KUR’AN’A ve MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİNE NASIL İNANABİLİRİZ?

Mekke denilen kentte bir çocuk doğdu. Dedesi ona Muhammed adını koydu. Babası Abdullah henüz o doğmadan üç ay evvel ölmüştü. Bu yetim çocuk, annesi Âmine ile birlikte dedesi Abdülmuttalib’in himayesinde büyümekteydi. Altı yaşına gelince annesi de öldü.  İyice yetimleşti. Günleri dedesinin develerine, bağına- bostanına bakmakla geçmekte idi. Dedesi de ölünce bu defa amcası Ebutâlib’in himayesine kaldı…

Doğduğu büyüdüğü kentten hiç ayrılmadı, herkesin gözü önünde hayat sürdü. Çağdaşları, doğumunu, büyümesinin her aşamasını çok iyi biliyordu. Kendilerinden biriydi. Okula gitmedi, kimseden dilbilgisi, edebiyat, tarih, hukuk, sosyoloji, pedagoji gibi dersler almadı. Çevresinde bulunan yahudi ve hıristiyanlarla, onların dinleriyle, kültürleriyle hiç ilgilenmedi. Herkes bunun tanığı idi. Gayet akıllı, dürüst, ahlaklı, çalışkan, güvenilir bir delikanlı olmuştu.

Yirmi beş yaşlarında iken o kentin zengin dullarından Hatice ile evlendi. Mutlu bir evliliği vardı.  Bu evlilikten altı çocuğu oldu.  Hatice’nin ticari işlerini yönetti.

Kırk yaşına gelince bir anda, mükemmel dilbilgisi kurallarına uygun, tüm edebiyatçıları şaşkına çevirecek derecede edebî, içerisinde en üst seviyeden hukuk, tarih, felsefe ve sosyoloji bilgi ve ilkeleri olan, tüm toplumları aydınlatmaya, mutlu etmeye yönelik, hiç çelişkisi, tutarsızlığı bulunmayan sözler söylemeye başlayıverdi.

Herkes şaşırdı kaldı. Bunun nasıl olduğu kendisine soruldu. Nasıl olduğunu kendisi de açıklayamadı. Sadece “Bunlar bana vahyediliyor; bir anda bilmediğim bir güç tarafından beynime kazınıyor. Ben de dile getiriyorum” diye cevap verdi.

Kimliğine kişiliğine güvenerek kendisine birkaç inanan olduysa da o günkü çoğunluk inanmadı, yalanladı; arkasında var olduğunu düşündükleri yerli ve yabancı akıl hocalarını aramaya koyuldu.  Gözetim altına aldılar. Aylarca, senelerce kontrol altında tuttular. Ama Muhammed’in arkasında bunları kendisine öğretebilecek yerli ve yabancı kimse yoktu. Zaten o çağda, o yöredeki hiçbir insan, onun naklettiklerini bilmiyordu; dolayısıyla da öğretemezdi.

Bu adam üstelik öğrettikleri, öğretecekleri karşılığında herhangi bir ücret de istemiyor, kendi tertemiz özvarlığını davası uğruna insanlık için harcıyordu.

 Kendisine vahyolunan o mucize (içerik ve yapısal olarak) bilgilerin adı, Kurân’dı.

Hayatının o dönemine kadar, kitap (dilbilgisi, edebiyat), iman (din; hukuk, felsefe, tarih, sosyoloji, pedagoji) bilmeyen bir kimsenin Kur’an denilen bilgileri uydurması elbette ki mümkün değildi.

İşte, “din” litaratüründe vahye muhatap olmuş böyle kişilere “Rasül (Elçi), Nebî (peygamber)” denilmektedir.

Ancak, Kur’an incelenmeden Kur’an’ın Hak kitap olduğuna inanmak; ayrıca Muhammed’in geçmişi, kimliği-kişiliği, Kur’an’ı tebliğ aşamaları araştırılmadan Muhammed’in peygamberliğine inanmak, kişileri “ikna olmuş bir mümin” yapmaya yetmez. Dolayısıyla vahye muhatap olmadan önceki özelliklere sahip bir Muhammed’in, Kur’an gibi, içinde evrensel birçok bilgiyi bulunduran ve sosyal yaşam hakkında tartışmaya meydan vermeyecek pek çok ilke içeren bir kitabı kendiliğinden veya bir başka insandan ders alarak insanlara tebliğ edemeyeceğinin müşahade edilmesi gerekmektedir. Bunun yolu ise Kur’an’ın iyi incelenip anlaşılmasıdır. Çünkü Kur’an’daki, ancak 20. Yüzyılda ortaya çıkarılmış bazı bilimsel gerçeklerin varlığı, bu Kitap’ın bir insan tarafından vazedilemeyeceğinin ispatına yetmektedir. Diğer taraftan Kur’an mükemmel bir öğüt ve yasa kitabıdır da. Meselâ, daha 600’lü yıllarda köle edinmenin insana yakışmayacağını bildirerek bu insanlık dışı müesseseyi reddetmiş (yasa kitabı); gösterdiği en doğru yollarla kendisine uyan insanları rüşde erdirmiş (psikoloji, felsefe, mantık, yani ahlâk kitabı); düzeltmeye yönelik işler yapmayan, hakkı (doğruluğu, adaleti) ve gayretli çalışmayı birbirine tavsiye etmeyen (uygulamayan değil) bireylerden oluşan toplumların kayıp içinde olacaklarını bildirmiştir (sosyoloji kitabı). Bunlar ve Kur’an’daki diğer öğütler hakkında, üzerinden 14 asır geçmesine rağmen “modası geçmiş” nitelemesi yapılamadığı gibi, insanlığın sonuna kadar da eskimeyeceği hususunda ahlâkî mutabakatlar mevcuttur.

Sonuç olarak, Kur’an iyi incelenip anlaşıldığında görülecektir ki; bu kitap ancak Tek Yaratıcı Allah tarafından gönderilmiştir ve Muhammet, bu mükemmel kitabın insanlığa tebliği ile görevlendirilmiş ve yine Allah tarafından seçilmiş bir elçidir.

                           Hakkı Yılmaz