SUNUŞ          

Değerli okurlar!

Hak din, “Yüce Allah’ın kullarını hakka ulaştırmak üzere peygamberleri aracılığı ile akıl sahibi insanlara tebliğ ettiği, onları dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşturan sistem, Allah’ın koyduğu hükümler”dir.

 Rabbimiz insanlığı zulüm ve kargaşa bataklığından kurtarıp adaleti, dengeyi, güvenliği ve mutluluğu sağlamak için kitap indirmiş ve elçi göndermiştir.

Gönderilen kitabın içinde yer alan ilke ve yasalara, Rabbimizin Kur’an’daki ifadesiyle “Hikmet” denilmektedir. Bu hikmetler, dinin temelidir.

Rabbimiz, dinin, halis (saf; kullar tarafından yozlaştırılmamış, Allah’tan geldiği gibi korunan ve yaşanan, ana sütü gibi katkısız) olmasını istemektedir. Rabbimizin bu isteğini,  Zümer; 1-3, 11- 15, Mü’min; 13, 14,  65, A’raf; 29 ve Beyyine; 4, 5’te görmekteyiz.

Rabbimizin bu ayetlerdeki, “Allah’a halis kılınmış din” ifadesinden bir de “halis olmayan, Allah’a özgü olmayan” dinin varlığını anlıyoruz. Bu din de, azizlerin, imamların, şeyhlerin, papazların, hocaların, hahamların, imamların, efendilerin,  din adamlarının, siyasi liderlerin, Firavun bozuntusu ceberutların katkı maddeleriyle içi boşaltılmış, yozlaştırılmış olan dindir.

Kurallarını Allah’ın koyduğu Hakk Dîn ile diğer beşeri dinler, yasama ve yürütme açısından birbirlerinden farklıdırlar, birbirinden ayrıdırlar; birleşemezler, kesişemezler, bir sentez oluşturamazlar. Zaten birleşmemeli ve kesişmemelidirler.

Hakk Dîn’in Allah tarafından belirlenmiş, siyasî, iktisadî, hukukî ana ilkeleri vardır. Doğal olarak beşerî dinlerin de bu konularda ilkeleri vardır. Bu noktada Müslüman kendi dinini, Müslüman olmayan da kendi dinini/düzenini yaşamalıdır. Kimse bir diğerininkine karışmamalıdır. Fitne olmadığı sürece Müslüman, Müslüman olmayana zor kullanmamalıdır. Müslüman da İslâm’ın ilkelerinin tamamını kabullenmeli, saf dinine yapay dinlerin ilkelerinden karıştırmamalıdır. Hak Din’deki herhangi bir ilkenin yerine yapay dinlerden bir ilke benimsenmesi, Rabbimizin Bakara; 85’deki beyanı gereği, kâfirliktir. Herkesin mertçe, sonucuna katlanmak kaydıyla mümin veya kâfir olma özgürlüğü vardır.

Halis olmayan din, dünya ve ahirette hiçbir işe yaramaz.

Görünüşe göre tüm dünyada kendilerinin Müslüman olduğunu iddia eden kimselerin yaşadığı din; halis olmayan, yozlaştırılmış, içi boşaltılmış bir dindir. Kur’an’da konu edilen, indirilen gerçek halis din ile alakası ve yakınlığı yoktur.

Bu gün Din diye öğretilen ve uygulanan şeylerin birçoğu anlamsızlaşmış şeylerdir. Anlamsız işler, içten gelerek; samimiyetle yapılamaz. Yapar gözükenler de ya akıl erdiremez kişilerdir, ya ikiyüzlü olanlardır veya bunu bir çıkar uğruna yapan, yani işi ticarete dökenlerdir.

İlmihal bilgilerini ve toplumdaki halis olmayan, yozlaştırılmış dini, peşin kabul ile yaşanmaktadır. Saflıktan mı yoksa aptallıktan mı bunların hiç sorgulamasını yapılmamaktadır. Ele alınan her dini kitap, Allah’ın kitabı gibi kabullenilmektedir. Dini inanç ve amellerin öğrenilmeye çalışılan kitapların içerisinde yanlışların ve kasıtla konulmuş din dışı yalanların da var olabileceğini hiç düşünülmemektedir. İman ve amele dair kesin bilgi ve ölçülerin Allah tarafından konulduğunubilinmesine rağmen, sunulan bilgilerin Kur’ân’dan araştırması yapılmamaktadır.

Birçok konularda zihinlerde istifhamlar oluşmasına rağmen, olay, örtbas edilmektedir. Sonuç olarak da sorgulayanlar, akl-ı selime sahip yeni nesil,  ikna olmamakta, dinden soğuyup uzaklaşmaktadır.

Biz, inandıklarımızın ve yaptıklarımızın ve eldeki kitapların Kur’ân ile sağlamasını yapalım. Bu işin aslını araştıralım Kur’ân’a uymayanları çıkarıp atalım. Gerçekleri bulalım da din artık Halis din olsun ve işe yarasın. İnsanlar ilk dönemlerde olduğu gibi, akın akın, bölük bölük Allah’ın dinine girsin.

İşte bu makale, böyle bir çalışmadır. Yani “Kadın Konusu”na Kur’ân ışığı altında bakış, konuyu Kur’ân terazisinde  tartış ve Kur’ân merceği altında onları inceleyiştir.

Gayret bizden Tevfik Allah’tandır

Müslüman geçinen toplumlardaki uygulamalarda inkâr edilemeyen bir gerçek vardır. O da kadının, din, hukuk açısından ve ekonomik açıdan ikinci sınıf bir insan muamelesi görmekte olması, kocasının oyuncağı, sadık ve itaatkâr bir kölesi konumunda bulunmasıdır. Bu yanlış uygulamaların çoğunun faturası maalesef İslâm dînine çıkarılmaktadır. Bu nedenle dinimiz İslâm’ın kadına bakışını insanlığa sunmak üzerimize zorunlu bir görev olmaktadır.

Konuya girerken ilk önce kadın ile ilgili genel görünümü bir özet olarak vermemizde yarar vardır. Genel görünüm şudur:

  -Erkeğin yaratılışta kadından üstün oluşu; kadının erkeğin eğe kemiğinden yaratılışı,

– Kadının din ve aklının noksan oluşu,

-Cehennemliklerin çoğunun kadınlardan oluşması,

-En iyi kadının bile alaca karga gibi oluşu,

-Kadının, toplumun özellikle de erkeklerin düşmanı olması,

-Kadının, necis, uğursuz ve fitne kabul edilmesi,

-Kadının, kocasına köle gibi itaat etmesinin gerekliliği, onun her arzusunu yerine getirme zorunda oluşu,

-Kadının kocasının cinsel çağrısına her seferinde cevap vermesinin mecburi olması,

– Kocasına karşı gelen kadınların kocalarına dövdürülmesi,

-Kadının okutulmaması; eğitim ve öğretimden uzak tutulmasının gerekli olduğu,

-Namaz kılan erkeğin önünden kadın geçerse, erkeğin namazının bozulması,

-Eğer erkek, tepeden tırnağa irin olsa kadını da onu diliyle yalasa, yine de erkeğinin hakkını ödeyemez anlayışı

-Eğer insanın insana secde etmesi caiz olsaydı, kadının kocasına secde etmesini emredecek olması,

-Kadının kara çarşaflara büründürülüp evlere hapsedilmesi,

– Evlilikte eş kabul edilmeyip seks objesi ve çocuk tarlası kabul edilmesi,

– Evliliğinin kocasının iki dudağı arasına bırakılması, boşanmada kadına inisiyatif verilmemesi. Buna rağmen kocasının “boş ol” demesiyle boş olması,

– Kadının yönetici, devlet başkanı yapılmaması, (mukadderatını bir kadının eline veren toplumun felah bulmayacağı),

– Kadına yöneticileri seçme hakkı tanınmaması,

– Kadının, köpek ve domuzla beraber namazı bozan unsurlardan olması,

– Şahitlikte, bir erkek eşittir iki kadın ilkesinin uygulanması,

– Kadının ailesinden izin almadan evlenmesinin yasaklanması.

Yukarıda saydığımız iğrenç denecek ölçüdeki kabuller, Müslümanlar arasına maalesef Kur’an ile alakası olmayan kitaplar ve kendilerini Allah’ın ortağı yerine koymuş bir takım soytarılar tarafından yerleştirilmiştir.

Halbuki Dîn, Allah’ındır, Dinin kaynağı da sadece Kur’an’dır. Peygamber bile dini Kur’an’dan öğrenip yaşayan bir kimsedir. Peygamberin dine bir şey katması ve eksiltmesi de söz konusu değildir. Böyle bir şeye cür’et etmesi halinde cezalandırılacağı kendisine Allah tarafından defalarca iletilmiştir. O nedenle de Peygamber hayatı boyunca Kur’an’da ne emredildiyse onu yaşamış; uygulamış ve hep Kur’an’a uygun sözler söylemiştir.

Durum bu olmasına rağmen, Tirmizi, Ebu Davud, Ahmed b. Hanbel, Müsned İbn Mace, İbni Hacer El Heytemi, Hafız Zehebi- Sahihi Buhari Müslim, Riyazus Salihin, İmam Şarani- Uhudül Kübra, İmamı Gazali-İhyayı Ulumuddin, Kimyayı Saadet. İbnül Cevzi, Mevzuat, Suyuti, Leali, İbn Arrak, enzihü’ş-Şeria, İbn Ebi Şeybe, Musannaf, Gazali; İhya, Buharı, Müslim, Sünen-i Ebudavud, Muvatta, İma gibi kitaplarda Peygamberimizin ölümünden iki yüz sene sonra, geriye dönük, peygamber ağzından Kur’an’da olmayan, üstelik Kur’an’a aykırı, insanlık dışı uydurma uygulamalar ve öğretiler ortaya konulmuştur.

Bize göre bu uydurmaların iki nedeni vardır:

Birincisi erkeklerin kendilerine bir köle gurubu oluşturmaları;

ikincisi de kadınları, bu iğrenç anlayışlarla dinden iğrendirerek uzaklaştırmak. Nitekim bu kabuller akıllı kimseler tarafından sürekli eleştiri malzemesi olmuştur.

Bizim İslâm dinindeki kadını tanıyabilmemiz için Kur’an’daki kadını konu alan âyetleri dikkate almamız yeterli olacaktır

Yaratılış İtibariyle Kadın:

Kur’ân’da yaratılışla ilgili âyetler incelendiğinde kadın ve erkeğin; tüm insanların aynı yaratılışla yaratılıp, birbirlerinden hiç farkları olmadığı görülür.

Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip yayan Rabbinizin koruması altına girin. Ve kendisiyle birbirinizle dilekleştiğiniz Allah’ın ve akrabalığın koruması altına girin. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözeticidir.( Nisa; 1)

O, sizi bir candan yaratan ve ondan da, kendisine ısınsın diye eşini yapandır. Ne zaman ki o, onu örtüp bürüdü, o zaman o hafif bir yük yüklendi. Ve bununla gidip geldi. Ne zamanki hanım ağırlaştı, o zaman o ikisi Rablerine dua ettiler: “Eğer bize sağlıklı bir çocuk verirsen, and olsun ki kesinlikle karşılığını ödeyenlerden olacağız.” (A’raf;189)

O’nun, sizi bir topraktan yaratması da Kendisinin alâmetlerinden/ göstergelerindendir. Sonra da siz, şimdi, dağılıp-yayılan bir beşersiniz.

Yine O’nun alâmetlerinden/ göstergelerindendir ki, sizin için nefislerinizden kendilerine ısınırsınız diye eşler yaratmış, aranıza bir sevgi ve merhamet koymuştur. Şüphesiz ki bunda iyiden iyiye düşünecek bir toplum için nice alâmetler/ göstergeler vardır.( Rum; 20, 21)

O, sizi tek bir nefisten yarattı, sonra ondan eşini yaptı ve sizin için hayvanlardan sekiz eş indirdi. Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde, yaratılıştan sonra bir yaratılışla yaratıyor. İşte bu, sahiplik, yönetim yalnız Kendisinin olan Rabbiniz Allah’tır. O’ndan başka ilâh diye birşey yoktur. Öyleyse, nasıl oluyor da çevriliyorsunuz? (Zümer; 6)

Gerçek bu iken, yanlış olan çeşitli söylentilerle, maalesef dine fatura edilen bir inanç vardır ki o da kadının, erkeğin eğri kaburga kemiğinden yaratıldığı inancıdır. Bu inanç, kadınların erkeklerden aşağı bir yapıda yaratıldığını kabul ettirdikten sonra, kadının, saçının uzun, aklının kısalığı ve kadının dinin noksanlığı gibi saçma inançların da toplumda yer bulmasına vesile olmaktadır. Aslında bu inanç İslâmî olmayıp aslı tahrif edilmiş olan Tevrat’tan; Kitab-ı Mukaddes’ten yani Yahudi inançlarından Müslümanlar arasına sirâyet etmiştir.

 “Ve Rab Allah Ademin üzerine derin uyku getirdi, ve o uyudu.; ve onun kaburga kemiklerinden birini aldı, ve yerini etle kapadı.  Ve Rab Allah Ademden aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı, ve onu Ademe getirdi. Ve Adem dedi: Şimdi bu benim kemiklerimden kemik ve etimden ettir; buna Nisa denilecek, çünkü o insandan alındı.”

  (Kitab-ı Mukaddes, Tekvin; ll. bap, 21-23. cümleler)

Bu gün için Yahudi toplumundan ellerindeki kitapta yazılanlara inananlar var mı bilmiyorum ama, Müslümanların, kadının yaratılışı ile ilgili inancı maalesef bozulmuş; Kitab-ı Mukaddes’te anlatılan türden olmuştur. Bu inanışa da maalesef yine Peygamberimiz alet edilmiştir. Peygamberimize mal edilmiş olan, Kur’ân ve bilime ters bu iddianın hakikatini dikkatlerinize sunuyorum.  Konuyla ilgili rivâyetler, tamamen uyduruk rivâyetleri içeren kitapları bir kenara bıraksak bile, sağlam olduğu kabul edilen Kütüb-ü Sitte dediğimiz altı kitaptan Buhari, Müslim ve Tirmizi’de de yer almaktadır. Önce Müslim ve Tirmizi’deki Rivâyet; kelimesi kelimesine:(?)

“Ebu Hüreyre anlatıyor : ’Rasulüllah Sav. buyurdular ki: ’Kadınlarla ilgili hayır tavsiyeleşin, zira kadın bir eğe kemiğinden yaratılmıştır. Eğe kemiğinin en eğri yeri yukarı kısmıdır. Onu doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Kendi haline bırakırsan eğri kalır. Öyleyse kadınlarla ilgili hayır tavsiyeleşin.’” (Müslim ve Tirmizi)

Şimdi de Sahih-i Buhari ‘deki şeklini görelim:

 “…….bana İmam malik, Ebu-z –Zinad’dan; o da Ebu Hüreyre’den tahdis etti ki, Rasulüllah Sav.‘Kadın, eğe kemiği gibidir. Eğer sen onu doğrultup düzeltmeye kalkarsan kırarsın.  Eğer ondaki eğrilikle beraber ondan faydalanmak istersen, ondan faydalanabilirsin’ buyurmuştur.”

  (Nikâh Kitabı, 80. Bab, 115 No.lu rivâyet)

 “…..Bize Hüseyin el- Cufi, Zaide’den; o da Meysere’den; o da Ebu Hâzım’dan; o da Ebu  Hureyre’den tahdis etti ki, Peygamber şöyle buyurmuştur: ‘ Her kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa, o mümin kişi komşusuna ezâ etmesin. Bir de kadınlar hakkında birbirinize hayır tavsiye ediniz! Çünkü onlar kaburga kemiğinden yaratılmışlardır. Bu kemiğin en eğri kısmı en üst tarafıdır. Eğer sen eğri kemiği doğrultmaya kalkarsan,  onu kırarsın. Onu kendi haline bırakırsan, daima eğri kalır. Onun için sizler birbirinize kadınlar hakkında daima hayır tavsiye ediniz.”

 (Buhari   Nikâh Kitabı , 81. Bab, rivâyet No. 116)

Yukarıda gördüğünüz rivâyetlerin üçü de aslında aynı rivâyet olup, üçünün râvisi de aynı râvidir; üçü de Ebu Hüreyre patentlidir. Ama aralarındaki farka ve çelişkiye bakın. Birinci ve üçüncü rivâyette ‘kadın eğe kemiğinden yaratıldı.’ diye yer alırken, ikinci rivâyette ‘Kadın eğe kemiği gibidir.’ denmektedir.

Buhari de çelişkili bu 80 ve 81 numarayla yer verdiği rivâyetleri, arka arkaya kitabında sıralamıştır. Doğru olanı bunun hangisidir?

 Daha evvel, kafa ve mide bulandıran rivâyetlerin çoğunun, Ebuhüreyre kaynaklı olduğunu çeşitli vesilelerle ifade etmiştik.

Eğer Peygamberimiz böyle söylediyse, şüphesiz 80 numaralı rivâyetteki gibi söylemiş olmalıdır. Zira, peygamberimiz, bu sözleriyle kadının, hassas, narin ve kırılgan olarak yaratıldığını, onun için onlara nazik ve ölçülü davranılmasını tavsiye etmiş olabilir.

Ki bu kanaatimizi teyit eden başka rivâyetler de mevcuttur.

“ …..Bize Katade tahdis etti. Bize Enes ibn Malik tahdis edip şöyle dedi: Peygamber’in Enceşe adında bir deve sürücüsü vardı. O, güzel sesli bir kimse idi. Peygamber ona :

–‘Yavaş ol yâ Enceşe! ‘Cam şişeleri kırma!’ buyurdu.

(Bu rivâyet  sahih kabul edilen tüm rivâyet kitaplarında, değişik yollarla ve konularla bir çok kez tekrar edilir.)

Katâde: Peygamber ‘Cam şişeler’ sözüyle, kadınların gönüllerini kasdediyordu, dedi.

 (Buhari; Edep Kitabı, 116. Bab, 234 No. lu rivâyet)

Peygamberimiz böyle bir şey söylediyse,  kadınları, cam, cam eşya olarak nitelemişse, bundan maksadı kadınların narinliği nazikliği ve hassasiyetleridir. (İyi ki bu rivâyeti ön plana alıp ‘Kadınlar camdır, camdan yaratılmışlardır’ diye bir inanış geliştirilmemiş.)

Diğer bir dikkat edilmesi gereken nokta da yukarıdaki rivâyetlerin hiç birinde ‘Kadın, erkeğin eğe kemiğinden (Havva, Adem’in eğekemiğinden) yaratılmıştır’ denmeyip, mutlak olarak ‘kadın eğe kemiğinden yaratıldı’ denmiştir. Öyleyse dediğimiz gibi bu ifadelerde kadının narinliği,   hassasiyeti ve kırılganlığı ve alınganlığı kastedilmektedir. Ki onlara karşı nezaket önerilmektedir. Ama zaman içersinde bütün bu gerçekler saklanmış ya da çarpıtılmış ve İsraîlî bir kültür ortaya çıkarılmıştır. Bunu akılla ve nakille sağlamasını yapmayan veya yapamayan ahmaklar da her gördüklerini, duyduklarını doğru sanıp, anlaşılmayan bu akla ve nakle sığmayan meselelerde, işin içerisinde hikmetler arama çabasına düşmüşlerdir.

Netice şu dur ki, Peygamberimiz de kadının yaratılış itibariyle erkekten aşağı bir yapıda olduğunu ve kadınları, erkeklerin idare etmelerini, evirip çevirmelerini asla söylememiştir. Söylemesi de düşünülemez. Unutulmamalı ki, cinsiyet, üremek için öngörülmüş bedensel bir olgudur. Erdemlilik, üstünlük ise bedene yönelik değildir, öz benliğe yöneliktir. Öz benliklerin ise cinsiyeti yoktur.

Aile İçinde Kadın

…. Onlar, sizin için bir giysidir siz de onlar için bir giysisiniz. ….

  (Bakara; 187)

İnanan erkekler ve inanan kadınlar; bunların bazısı bazılarının koruyucu, yol gösterici yakınlarıdırlar. ……

    (Tevbe: 71)

Âyetlerde açıkça ifade edilen, kadınla erkeğin et tırnak oluşları, birbirinden ayrılmayışları, eşlerin birbirine bedensel, ruhsal ve toplumsal hususlarda birbirlerini sardıkları, birbirinin yol göstericisi, yardımcısı, koruyucusu, dostları olduklarıdır.

 Hukuk, İbadet / Kulluk Açısından Kadın

Yaratılışları aynı olan kadın ve erkek hukukta, sorumlulukta da aynen eşittir. Birbirlerinden farkları yoktur.

Şüphe yok ki İslâm dinine giren erkekler ve İslâm dinine giren kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, saygıda duran erkekler ve saygıda duran kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, huşulu erkekler ve huşulu kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını muhafaza eden erkekler ve ırzlarını muhafaza eden kadınlar, Allah’ı çok anan erkekler ve Allah’ı çok anan kadınlar; Allah, onlar için bir bağışlanma ve çok büyük bir ödül hazırlamıştır. (Ahzâb; 35)

Ve erkekten veya kadından, kim mü’min olarak düzeltmeye yönelik işler yaparsa, artık işte onlar, cennete girerler. Ve hurma çekirdeğinin sırtındaki çukur kadar haksızlığa uğratılmazlar.(Nisa; 124)

Bunun üzerine Rableri onlara karşılık verdi: “Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun –ki hepiniz aynısınızdır– çalışanın amelini kaybetmem. O nedenle, göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır.” (Al-i Imran; 195)

Erkek-dişi, mü’min olarak kim iyi amel işlerse kesinlikle onu güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve kesinlikle onların ücretlerini, yapmış oldukları amellerin daha güzeliyle ödüllendireceğiz. (Nahl; 97)

Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, içinde sürekli kalanlar olarak altlarından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde hoş meskenler vaat etti. Allah’ın rızası ise daha büyüktür. İşte bu, çok büyük kurtuluşun ta kendisidir.(Tevbe; 72 

Kur’an’ın büyük bölümü genele hitap olsa da, bu âyette olduğu gibi Allah’ın kadın ve erkeği ayrı ayrı vurguladığı âyetler de mevcuttur.

Ve Allah’ın bazınıza, diğerlerinizden fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır. Kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Ve Allah’ın fazlından isteyin. Şüphesiz Allah her şeyi en iyi bilendir.

(Nisa; 32)

Âyetlerde görüldüğü gibi Allah kadını dini ve aklı kısa veya noksan biri olarak yaratmamış, onlara kulluk/ibadette de erkekle eşit olarak yükümlülükler vermiştir. Nitekim kadınların erkeklerden az akıllı olduğu bilimsel de değildir. Böyle bir iddia, İslâm’ın bilimsel olarak dışlanmasına, gözden düşürülmesine yönelik olarak ortaya atılmış olmalıdır.

Allah tarafından kadının dininin ve aklının noksanlığı ifade edilmezken, bilimsel olarak da böyle bir gerçek yok iken maalesef Peygamberimize fatura edilmiş yalan rivâyet/ söylentilerle kadınların aklının ve dininin noksanlığı Müslümanlara dayatılmıştır.

Örnek:

 “…..Bize Muhammed ibn Ca’fer haber verip şöyle dedi: Bana Zeyd-ki o, Eslem’in oğludur-, İyad ibn Abdullah’tan; o da Ebu Said el Hudri’den haber verdi. O şöyle demiştir:  Bir kurban yahut ramazan bayramında Rasülüllah yanımıza, namaz kılınacak musallaya çıktı. Kadınların yanına uğradı da :

Ey kadınlar topluluğu! Sadaka veriniz.  Çünkü sizler bana cehennem ahâlisinin çoğu olarak gösterildiniz, buyurdu.

Kadınlar :

Yâ Rasülellah, neden? diye sordular.

Rasülüllah :

-Çünkü siz çokça lanet eder ve kocalarınıza karşı nimete nankörlük yaparsınız. Tam akıllı ve ihtiyatlı kimsenin aklını,  sizin kadar eksik akıllı, eksik dinli hiçbir kimsenin çelebileceğini görmedim, buyurdu.

Kadınlar:

-Dinimizin ve aklımızın eksikliği nedir? Ya Rasülellah! dediler.

-Kadının şehadeti/tanıklığı, erkeğin şehadetinin yarısı değil midir ?

Kadınlar:

Evet, dediler.

-İşte bu aklının eksikliğindendir. Hayızlı olduğu zaman da namaz kılmaz,  oruç tutmaz değil mi ?  buyurdu.

Kadınlar:

Evet, dediler.

-İşte bu da dininin eksikliğindendir, cevabını verdi.“

                                        (Buhari;  Hayız Kitabı, Vll. Bap, rivâyet No: 9)

Görüldüğü gibi kadınların biyolojik farklılıkları, dinlerinin noksanlığına neden gösterilmiştir. Bu durum hem Kur’an’a hem de akla aykırıdır.

Şimdi, kadınların akıllarının, dinlerinin noksan olduğunu ve kocalarına karşı nankörlük ettiklerinden ve de çokça lanet sözcüğü kullandıklarından cehennemlik olduklarını bildiren bu rivâyeti akıl ve Kur’an ile bir tahlil edelim.

İlk dikkat çeken şey, râvinin şaşkınlığıdır. Şöyle ki, olayın hangi bayram günü olduğunu karıştırmaktadır. Böyle birbirinden özellikler ile ciddi farkları olan iki bayramı ayırt edemeyen kişi Peygamberin dediklerini de karıştırabilir.

Eksik akıllı birinin ise tam akıllı birisini çelmesi, kandırması ve sapıtması ise cidden tartışılır.

Diğer bir husus; kadınların cehennemlik olmalarına gerekçe ise, çok lânet etmeleri ve kocalarına karşı nankörlük etmeleri, gösterilmiştir. Ki Kur’ân’da çok lanet edenin ve kocasına karşı nankörlük edenin cehennemlik olduğuna ve olacağına dair hiçbir açık veya ima yollu bir ifade yoktur. İnsanları cehenneme götürecek her türlü fiil Kur’ân’da bildirilmiştir. Burada görülüyor ki, kadınları kocalarının sömürmesi için peygamber malzeme yapılmıştır.

Hayızlı kadının oruç tutamayacağına izni, bizzat Allah ‘Hasta iseniz ve ya yolda iseniz başka günlerde tutamadığınız gün sayısınca tutunuz’ buyurarak vermiştir.

Hayızlı kadının namaz kılmadığı ve kılamayacağı ise, hem Kur’ân’a terstir hem de Rasülüllah’ın uygulamasına. Peygamberin uygulamasına tersliği hiç başka kaynak aramadan, hem tarihsel değeri olan hem de sahih rivâyet kaynaklarının en sağlamı kabul edilen Sahih-i Buhari’den görelim.

 “ Bize Mâlik, Hişam’dan; o da Fatıma bintü- Münzir’den o da Esma bintü Ebi Bekr den haber verdi. O şöyle dedi: Bir kadın Rasülüllah’tan sorup: Yâ Rassülellah, birimiz, elbisesine hayzından kan isabet ederse nasıl yapsın buyurursun? dedi. Rasulüllah:

Birinizin elbisesine hayzından kan bulaşırsa, onu parmaklarıyla yahut tırnağıyla kazısın, sonra azar azar üzerine su döküp yıkasın, ondan sonra o elbise içinde salat etsin, topluma çıksın! buyurdu.

(Buhari Hayız Kitabı, 10. Bab, 12 numaralı rivâyet)

Peygamberimizin uygulaması da işte böyledir.

Tarihi belgelere göre İslâm öncesi devirlerde, Yahudiler arasında, Hıristiyanlarda ve Arap müşriklerince hayızlı kadınlar hor görülürlerdi. Hayızlı oldukları sürede kendilerine kötü ruhların iliştiğine inanılır, hapsedilirlerdi. Murdar, necis sayılırlardı. Pişirdikleri yenmezdi. Onlarla bir arada oturulmaz, dokundukları nesnelere uğursuzluk bulaştırdıkları kabul edilir, yanlarından bile geçilmezdi. Buna rağmen Hıristiyanlar o şartlarda onları cinsel ilişkiye zorlar, taciz ederlerdi, hiç acımazlardı. (RAZİ; KURTUBİ)

Bu olumsuz akıl, insaf, vicdan ve din dışı uygulamaları ve inançları Kur’ân ortadan kaldırdı. Kadını erkekle aynı hakların sahibi yapıp değer verince o günün Medine halkı, hayızlı kadının durumunu; ilişkilerini, kadınla ilgili her türlü uygulamayı Peygamberimize sordular. Onların peygambere sorduklarını ise Allah cevapladı:

Sana kadınların aybaşı hâlinden de soruyorlar. De ki: “O, bir eziyettir. Onun için aybaşı hâlinde kadınlardan çekilin ve temizleninceye kadar onlarla cinsel ilişkide bulunmayın. Artık iyice temizlendikleri zaman da Allah’ın emrettiği yerden onlara varın. Şüphesiz Allah, hatadan iyice dönenleri sever ve çok temizlenenleri sever.” (Bakara;  222)

Bu cevapta cinsel ilişkinin dışında, hayızlı kadına hiçbir yasak getirmemiştir.

İşin aslı bu olmasına rağmen, İlm-i Hal ve fıkıh kitaplarında hayızlı/ kanamalı kadınlarla ilgili, İslâm öncesindekilere benzer veya onlara yakın birtakım yasaklar konmuştur. Namaz kılamaz, oruç tutamaz, Kur’ân okuyamaz, camiye giremez, tavaf edemez, bunlar haramdır gibi.

Bunların hepsi kadını Kur’ân’dan; eğitimden öğretimden uzaklaştırıp, cahil bırakmak, aşağılamak, toplumdan dışlayıp direnci kırmak ve neticede onu sömürebilmek için uydurulmuş hükümlerdir. Hepsi köksüz mesnetsiz rivâyetlere dayandırılmış olup,  İslâmî ve aklî bir değeri yoktur.

Hayızlı kadın, normal zamanlarda olduğu gibi namazlarını kılmalıdır. Kur’ân’ı ise abdestli abdestsiz, hayızlı-nifaslı fark etmez her zaman okuyup, dinini diyanetini öğrenmelidir. Yetişkin bir kadının menopoz dönemine kadar olan ömrünün üçte biri hayızlı geçtiğinden, Allah’la,  Kur’ân’la arasını açıp ömrünün üçte birini beyhude geçirmemelidir. Oruc konusu ise farklıdır;  hayız dönemi tıbben hastalık sayıldığından,  Bakara Sûresi 183, 184 ve 185. âyetler hükmü gereği kanamalı günleri ile ilgili bir hekime başvurur, hekimden alacağı sonuca göre oruç tutar veya tutmaz. Tutmazsa o dönemden çıktıktan sonra tutar. Bu kuralı koyan bizzat Allah’tır.

Tarihi belgelerde görüyoruz ki, Peygamberimiz, ‘Hayızlı kadınlar namaz kılmasın’ dememiştir. ’Hayızlı kadınlar, hayır meclislerine yani okul, dernek vs. toplantılarına katılsınlar,   Musallaya; sosyal aktivitelerin uygulandığı yerlere gelmesinler’demiştir.

 “……..Hafsa bintü Sirin şöyle demiştir: Biz genç kızlarımızı bayramlarda  musallaya çıkmaktan  men ederdik.  Bir kadın gelip Halefoğullarının kasrına indi. O kadın kız kardeşinin- ki kocası Peygamber ile birlikte on iki savaşta bulunmuş, kendisi de bizzat altısına iştirak etmişti- : Biz yaralılara ilaç yapar, hastalara bakardık,  dediğini rivâyet ettikten sonra, şöyle dedi: Kız kardeşim Peygamber’e:  Birimizin örtünecek çarşı elbisesi olmazsa, musallaya çıkmamasındabir sakınca var mı? diye sormuş. Peygamber: “Arkadaşı kendi çarşı elbiselerinden birini ona giydirsin de hayır yerlerinde ve Müslümanların duasında bulunsun’  buyurmuştur.

Hafsa bintü Sirin der ki : Ümmü Atıyye buraya geldiği zaman:  Bunu sen Peygamberden işittin mi ? diye sordum.  Ümmü Atıyye: O’na babam feda olsun, evet işittim, dedi.- Hafsa bintü Sirin: Ümmü Atıyye ne zaman Peygamberi ansa ‘Babam ona feda olsun’ derdi, dedi- Ümmü Atıyye şöyle devam etti: Babam O’na feda olsun, ben Peygamberden işittim, O şöyle buyuruyordu: “Tazelerle perde sahibi kadınlar-yahut: perde sahibi tazeler ile-hayızlı kadınlar çıkıp hayır meclisinde/ okul, cemiyet ve her türlü sosyal etkinlik ve müminlerin duasında hazır bulunsunlar. Yalnız hayızlı kadınlar musalladan; sosyal aktivitelerin uygulandığı yerlerden uzak dursunlar.”Hafsa dedi ki : Ben Ümmü Atıyye’ye karşı: Hayızlılar da mı ? diye sordum. Ümmü Atıyye cevaben: Hayızlılar Arafat’ta ve fulan fulan yerlerde hazır bulunmuyorlar mı? dedi.”

 (Buhari Hayız Kitabı,  24. Bap, 29 numaralı rivâyet)

Bu nakilde görülen odur ki, Peygamberimiz hayızlı kadının namaz kılmasını, hayır meclislerinde bulunmasını değil, Musallaya gelmesinler demiştir. Bunun nedeni ise gâyet mâkul ve makbul bir gerekçedir.

Rivâyet kitaplarındaki nakiller arasındaki çelişkiler giderilip hepsinin Kur’ân ile sağlaması yapılırsa durum güneş gibi ortaya çıkmaktadır. İmam-ı Buhari ve diğer hadis bilginleri, topladıkları rivâyetleri kendi ölçüleri içerisinde değerlendirip,  sınıflamışlardır. Onlar yaptıkları nakillerin Kur’ân ile sağlamasını yapmamışlardır. Yani Dirâyet tenkidi yapmamışlardır. O nedenle, kitaplarındaki rivâyetler birbiriyle çelişmektedir. Onları değerlendirmek de bize düşmektedir.

Peki. O zaman hayızlı kadınların topluma çıkmaları neden hoş görülmemiştir? Bunu anlayabilmemiz için o çağa, o ortama gitmeliyiz. O günün toplumunda temizlik kültürünün henüz gelişmediği, o yıllarda, hiçbir konuda bu günkü gibi konfor yoktu. Yani hayızlı bayanlar,   modern petler, steril pamuklar ve bezler kullanamıyorlardı. Çünkü bunlar yoktu. Çamaşır makineleri çeşit çeşit deterjanları, kokulu çamaşır suları ve yumuşatıcıları da yoktu. Hatta bol suları da yoktu. Yukarıda Peygamberimizin, elbisedeki hayız kanının parmak veya tırnakla temizlenebileceğini söylediğini görmüştük.  O çağda Arabistan’da her bayanın bir HAYIZ ELBİSESİ olurdu. Bazen bir ailenin bir tek hayız elbisesi olur, ana-kız-gelin bu elbiseyi ortak kullanırdı. Bu, gâyet olağan bir şeydi. Muayyen günlerinde hep onu giyerlerdi. Bu elbise yıkanırdı ama kabul edeceğiniz gibi lekeli kalırdı. Hayız elbiseli kadının, hayızlı olduğu herkesçe bilinebilirdi. Bu ise bayanların toplumda hor görülmesine ya da bayanların utancına neden olabilirdi. Bildiğiniz gibi peygamberimiz topluma/ cemâate, temiz, beyaz elbiseli ve koku sürünmüş olarak çıkılmasını tavsiye ederdi. Bir de cuma ve bayramlarda kadının toplantıda söz hakkı kullanabileceğini düşünürseniz, elbisesi lekeli kadın hafife alınabilirdi.

Ayrıca peygamberimiz, SOĞAN-SARIMSAK yiyenlerin de musallaya; topluma çıkmamalarını yani cemaate katılmamalarını istemiştir. Bunun nedeni,  çevreyi kötü kokuyla rahatsız etmemektir. Bu uygulamayı delil yaparak, kimse ’soğan sarımsak yiyenlere namaz haramdır, yasaktır.’ diye hüküm çıkarmamıştır.

Rivâyetler üzerinde iyi düşünürsek göreceğiz ki, HAYIZ HALİ, topluma çıkmaya ENGEL OLABİLİR, AMA kulluk yapmaya MANİ DEĞİLDİR. Ayrıca Allah tarafından KADER olarak çizilen hayız görme özelliği irâde dışı oluştuğundan asla ve asla suç, kusur ve eksiklik olamaz. Bu hal, bilimsel olarak da biliniyor ki erkeklere göre kadınlara verilmiş artı bir ayrıcalıktır.

Kadını toplumdan tecrit eden, onları ikinci sınıf insan ve noksan dinli Müslüman sayan rivâyet ve haberlere itibar edilmemelidir. Onların yalan ve iftira oldukları mutlaka bilinmelidir.

Çeşitli dini kitap adı altında piyasada dolaşan kitaplarda yer alan bu saçmalıklara inanılmamalı bunların o eşsiz Peygambere birer iftira olduğu kesinlikle bilinmelidir.

İslâm Dininin Kadına Genel Bakışı:

İslam dininin kadına bakışını açıklamak için iki âyet yetip artacaktır.

Kadınlarınız, sizin için bir tarladır/kültürdür. Öyleyse tarlanıza/kültürünüze dilediğiniz gibi varın. Kendiniz için de önceden gönderin ve Allah’ın koruması altına girin. Şüphesiz O’na kavuşacağınızı da bilin. –Ve mü’minlere müjdele!– (Bakara; 223)

1- KADINLAR EKİNDİR; TARLADIR/KÜLTÜRDÜR:

Âyetteki, Kadınlarınız sizin için bir ekindirr/kültürdür buyruğu, üzerinde durulması gereken bir ifadedir. حرث – hars kelimesi, hem “tarla; ekin“, hem de “kültür” anlamına gelir. Bilindiği üzere kültür, “Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü. (TDK)” demektir. Buna “biyolojik ve sosyolojik kültür” de diyebiliriz. Zira kadın, biyolojik bir tarla gibidir. Tıpkı bir organizmanın, biyo-kimya laboratuarında çeşitli evrelerden geçirilerek amaca uygun hâle getirilmesi gibi, kadında da yumurta ve sperm, önce embriyon, sonra et parçası, sonra kemikler ve onlara et giydirilme, sonra da bebek oluşmaktadır. Bebeğin doğumundan sonra da kadınların sosyolojik kültür/tarla olma fonksiyonu devreye girer; çocuklarına toplumun manevî değerlerini [dinî inanç ve ilkeleri, davranış ve düşünüş biçimlerini, düşünce ve sanat varlıklarını] yavaş yavaş öğretir ve gelecek kuşaklara aktarır. Kısaca kadın, maddî bakımdan ana olduğu gibi, sosyolojik açıdan da anadır.

Anamas Dağı Efsanesi

Vaktiyle bu bölgede yaşayan fakir bir ailenin oğlu, anasının yanlış telkinlerine kapılarak küçükken yumurta ve tavuk hırsızlığına başlamıştır. İşi gitgide büyüterek korkulur bir eşkıya olmuş, yol keser, haraç alır, her türlü pislikleri yapmaya başlamış. Nihâyet yakasını kanunların pençesine kaptırmış. Kıydığı canların, yollarını kestiği mazlumların bedduâsı onu darağacı altına getirmiş. Tam asılacağı sırada cellat tarafından son isteği sorulmuş.  O da:

Bu işlerde benim günahım yok. Beni bu kötü yollara anam öğütledi. Beni asma Anamı as…” diye yalvarmaya başlamış.

Bu efsane ile anlatılan, toplumun bireylerini hep anaların yapılandırdığı ve şekillendirdiğidir. Analar ne kadar bilgili, bilinçli ve aydın olursa o toplumun bireyleri o ölçüde bilgili, bilinçli ve aydın olacaktır.

 Şimdi, özellikle kızların neden okutulmadığı, kadınların neden ikinci sınıf insan muamelesi gördüklerinin gerçek sebebi her halde daha iyi anlaşılmış olmaktadır.

2- Kadınlar, İnci Gibi, Elmas Gibi Korunup Gözetilmelidir

Allah’ın, bazı şeyleri bazısına fazla kılması ve erkeklerin mallarından harcamaları nedeniyle erkekler, kadınlar üzerine iyi koruyup iyi gözeticidirler. Hâl böyle olunca, sâlih kadınlar, Allah’a itaat edicidirler; Allah’ın koyduğu kurala uyanlardır, Allah’ın koruduğu şey nedeniyle henüz gelmediği hâlde başlarına gelebilecek felaketler için koruyucudurlar. Dik kafalılık yaparak kendisini taciz, tecavüz, dövülme, sövülme ve üzülme riskine atmasından korktuğunuz kadınlara da, öğüt verin ve yan gelip yattıkları yerlerde; kendi ülkeniz sınırları içerisinde  göç ettirin ve de baskı yapın. Bunun üzerine size saygılı davranırlarsa, artık onlar aleyhine başka bir yol aramayın. Allah çok yücedir, çok büyüktür. (Nisa;34)

Bu âyette, toplumdaki mutluluğun, huzurun ve sulh içinde yaşamanın yolları gösterilmektedir. Bunları maddeler hâlinde sıralayacak olursak:

  • Erkekler kadınları en iyi şekilde koruyup kollamalı ve gözetmelidirler.
  • Zengin de olsalar kadınların geçimi erkekler üzerinedir.
  • Sâlih kadınlar, Allah’ın bu ilkesine uymalıdırlar. (Çünkü bu ilke kadınların korunmasına yönelik olarak konmuştur.)
  • Nüşûzundan [dik kafalılık yaparak kendisini taciz, tecavüz, dövülme, sövülme ve üzülme riskine atmasından] korkulan kadınlara, öğüt verilecek, ve yan gelip yattıkları yerlerde; kendi ülkeleri sınırları içerisinde  göç ettirilecek ve de baskı yapılacak. Böylece onlar nüşûzdan vazgeçirilecektir.

Âyette geçen “kavvam” sözcüğü, fa’al vezninde mübalağa ifade eden bir kelime olup, “bir şey üzerinde özenle durmak, onu iyice gözetmek, bütün gayreti ile onu korumak, ona nezaret etmek” anlamındadır.

Bu âyette, erkek, hanımı üzerine değil, toplumun erkekleri, toplumun kadınları [ana, bacı, kız, eş, gelin, hala, teyze, komşu kadını vs.] üzerine “kavvam” tayin edilmiştir. Bu da, kadınların yaşamlarını sürdürmeleri için gerekli tüm ihtiyaçların erkekler tarafından karşılanması gerektiğini ifade eder. Daha güçlü, daha cesur ve daha dayanıklı olmaları hasebiyle erkekler kadınların koruyucusu ve gözeticisi olmalı, kadınlar, dağda taşta, madende, ormanda, şehir merkezinin uzağı alanlarda geçim temin etmek zorunda kalmamalı, askerlik gibi görevlerin riskli bölümlerinde çalıştırılmamalıdır.  Hanımın geçimi kocasının; kızın geçimi babasının, babası yoksa erkek kardeşlerinin üzerinedir. Erkek olarak kimsesi yoksa kamu, bu işi üstlenecektir. Kadın ya kocayla ya da devletle evli olacaktır. Kadına ya erkekler ya da devlet hizmet verecektir.

Görüldüğü üzere kırsalda kadınların bağda, dağda çalıştırılıp erkeklerin kahvehanelerde oturması dinden değil törelerden kaynaklanmaktadır.

Durumun böyle olması gerektiğine gerekçe olarak da, Allah’ın, bazı şeyleri bazısına fazla kılmasıgösterilmiştir.

Âyetin bu bölümü, –genellikle– “Allah, erkekleri kadınlara üstün kılmıştır” diye açıklanmaktadır ki bu kesinlikle yanlıştır. Burada konu edilen üstünlük, kadın ve erkek arasındaki üstünlük değil, kadın ve erkeğin özellikleridir. Meselâ, erkekteki güç, cesaret, soğukkanlılık ve metanet, kadındakinden üstündür; kimse bunun aksini iddia edemez. Diğer yönden, yani hayâ, merhamet, şefkat, eğiticilik gibi özellikler açısından ise kadın erkekten üstündür; kimse bunun aksini de iddia edemez. İşte âyette söz konusu edilen üstünlük, bu özellikler açısındandır; yoksa cinslerin birbirinden üstünlüğü değildir. İnsanların birbirinden üstünlüğünün tek ölçüsü, takvâdır.

Âyetin devamında da, Hâl böyle olunca, sâlih kadınlar, Allah’a itaat edicidirler, Allah’ın koruduğu şey nedeniyle gayb için koruyucudurlar buyrularak, kadınların bu kuralı kabullenmeleri gerektiği bildirilmiştir. Çünkü Allah, onların onurlarını, ırz ve namuslarını koruma altına almış; onlara mehir verilmesini emretmekle, onların geçimlerini erkekler üzerine yüklemekle kadınları güvenceye almıştır. İyi kadınlar, başlarına gelebilecek taciz, tecavüz, dövülme, sövülme ve üzülme vs. muhtemel felaketlere karşı tedbirlerini alıp kendilerini korur, bu açıdan korunmayı da seve seve kabul eder, Allah’ın koyduğu bu kurala boyun eğer, kibir ve komplekse kapılıp erkeklerle yarışa girerek dışarıda zor ve riskli işler yapmaya kalkışmazlar.

Âyetin son bölümünde ise, dik kafalılık yaparak kendisini taciz ve tecavüz riskine atmasından korktuğunuz kadınlara da, öğüt verin ve yan gelip yattıkları yerlerde; kendi ülkeniz sınırları içerisinde  göç ettirin ve de baskı yapın. Bunun üzerine size saygılı davranırlarsa, artık onlar aleyhine başka bir yol aramayın. Allah çok yücedir, çok büyüktürbuyrularak, bu kurala uymayan kadınlar hakkında baş vurulacak tedbirler ortaya konulmuştur.

Birçok kitapta [tefsir, meâl, ilmihal], burada sözü edilen kadınların, erkeklerin kendi hanımları olduğu iddia edilir. Hâlbuki muhatap kocalar değil, tüm insanlardır [toplumdur]. Öyleyse, nüşûzundan [dik kafalılık yaparak kendisini taciz, tecavüz, dövülme, sövülme ve üzülme riskine atmasından] korkulan kadın da, toplumdaki herhangi bir kadındır; bu, bir eş, bir anne, bir kız kardeş veya dul ve kimsesiz bir kadın olabilir.

NÜŞÛZ:

النشوز – nüşûz sözcüğü, نشز – neşz kökünün türevlerindendir. Sözcüğün kök anlamı, “yeryüzünün yüksek bir yeri” demektir. Bir vadinin içinde bulunan kimseye nispetle yukarı bölümlerine, النشز – neşz denir. نشوز – nüşûz ise mastar anlamı olarak, “aşağıdan yukarıya doğru yükselmek, bulunduğu konumdan bir üst konuma çıkmak, dikleşmek” demektir. (Lisânu’l-Arab; c. 8, s. 557.

Kadına Sigorta: MEHİR

MEHİR:

Evlilik esnasında koca tarafından kadına ödenen mal veya para” –ki “mehir” ismiyle yaygınlık kazanmıştır– için bazı âyetlerde, أجر – ecr = ücret; bir şeyin karşılığı kelimesi kullanılır. Bunun da, “kadının onurundan feda ettiklerinin karşılığı” olarak anlaşılması mümkündür.

Aslında, evlenecek erkeğin kıza-kız tarafına para veya mal vermesi geleneği, değişik din ve kültürlerde bilinmekte ve bu uygulamanın geçmişi çok eskilere dayanmaktadır. Bu, değişik kültürlerde “başlık parası, mohar, drahoma, kalın, ağırlık, namzetlik akçesi” gibi isimlerle anılmıştır. Bunun Kur’ân’daki örneği, Mûsâ Peygamberin Medyen’deki evliliğidir: Ki bu, Kasas: 27, 28. âyetlerinde konu edilir.

 Bu geleneğin İslâm’a kadarki uygulamalarında dikkat çeken husus, yapılan ödemelerin daima kızın ailesine yapılmasıdır. Nitekim İslâm öncesi Araplarda da mevcut olan uygulamada da mehir, kıza değil, kızın ailesine verilirdi. İslâm’da ise mehir, evlenecek kadının bizzat kendisine verilir; verilen mal ya da para bizzat kadına ait olur.

KUR’ÂN’DA MEHİR:

Kur’ân’da mehir Bakara: 236–237, Nisâ: 4, 23–25, Mâide: 5  ve Ahzâb: 50’da konu edilir. Bu âyetlerden açıkça anlaşılacağı üzere Kur’ân’da konu edilen mehir, diğer din ve kültürdeki “başlık, mahor, drahoma“ya benzememektedir.

Mehir konusunun doğru anlaşılabilmesi için, İslâm dininin kadına bakışının iyi bilinmesi gerekir:

  • Kadın, beden ve cesaret yönünden erkeğe göre zayıf, cinsel organ yönünden savunmasız ( Nisâ Sûresinin 34. Âyeti ) olmakla birlikte, öz benlik olarak erkekten farklı değildir. Çünkü öz benliğin cinsiyeti yoktur. Herkesin öz benliğinin iyi ve kötü tarafları, kişilerin özgür iradeleri ile oluşmuş inanç ve amelleri sonucu ortaya çıkar. Diğer taraftan ise kadın, şefkat, merhamet, eğiticilik, öğreticilik gibi hissî konularda erkekten daha güçlüdür.
  • Kadın tarladır, kültürdür (Bakara Sûresinin 223. Âyeti). Toplumların, maddî ve manevî varlıklarını sürdürmeleri kadına bağlıdır.
  • Kadınların geçimleri, erkekler üzerine yüklenmiştir. Böylece kadınların dağ-taş geçim temini peşinde koşmaları ve tek başlarına seyahate çıkmaları neticesinde taciz ve tecavüze uğrama riski ve istismar edilme olasılığı ortadan kaldırılmıştır. (Nisâ Sûresinin 34. Âyeti )
  • Kadının dul kalması hâlinde hemen evlenmesine izin verilmemiş, “iddet” kuralı getirilmiştir. (Bakara Sûresinin 228, Ahzâb Sûresinin 49, Talâk Sûresinin 4. Âyetleri)

Bütün bu hususlar dikkate alındığında, İslâm dinindeki mehirin mahiyeti daha iyi anlaşılır. Kur’ân’a göre mehir; kadının “geçim sigortasıdır”. Bu kural, kadının zayıflığından değil, –kadının sosyal ve kültürel yönden önemine binaen– korunması gerektiğindendir.Dul kalması durumunda “iddet” süresince geçinebileceği bir mal ya da paranın kadına peşinen; evlilik öncesi verilmesi, onun geçimini sağlamak için uğraşmasına, yuvasından uzaklaşıp sıkıntılara katlanmasına gerek bırakmayacaktır. Böylece kadın, taciz ve tecavüz riskinden uzak olacaktır. Kısacası Allah, kadını onurlandırmak, korumak ve mağduriyetini engellemek için ona mehir verilmesini emretmiştir.

Kur’ân’da mehirin miktarı belirlenmemiş; özüne uygun olarak her çağda, o çağın şartlarına uygun olarak belirlenmesi için toplumlara bırakılmıştır.

Mehirin amacı kadını himaye etmek olduğuna göre, ideal olanın; ekonomik açıdan kadının kocasına muhtaç olmayacak ölçüde ve sosyal açıdan özgüvene sahip nitelikte yetiştirilmesinin gerektiği ortaya çıkar. Nitekim Allah kocalara Ve o kadınlara [yetimlerin kadınlarına] mehirlerini seve seve veriniz. Artık kendileri ondan [alacaklarından] bir kısmını size hoş ederlerse [ikramda bulunurlarsa] de onu afiyetle, çekinmeden yiyiniz(Nisâ Sûresinin 4. Âyeti) ve Zorunlu ödemenizden sonra, rızalaştığınız şeyde size bir sorumluluk yoktur. Şüphesiz Allah en iyi bilen ve hikmet sahibi olandır (Nisâ Sûresinin 25.âyeti) buyurmuş ve ancak mehire muhtaç olmayan kadınların mehiri kocalarına bağışlamalarına izin vermiştir.

Sosyal Açıdan Kadın:

Madem ki, toplum kadın ve erkek iki cinsten oluşuyor ve bunlar üreme sistemlerinin dışında birbirleriyle aynı özellikleri taşıyorlar ve hayat denen şey ev, çarşı, işyeri, okul vs., kadınlar da kimliklerini yitirmeden erkekler gibi hayattaki yerlerini almalıdırlar. Ev hanımlığının yanı sıra İş kadını, Bilim kadını da olmalıdırlar. Cahil kültürsüz içine kapanık, yaşadığı dünyadan haberi olmayan, doğurganlıktan başka üretkenliği bulunmayan silik, pasif kadının İslâm dininde yeri yoktur.

Asr-ı saadette İslâm diniyle müşerref olan her kadın, İslâm inanç ve terbiyesiyle toplumla iç içe yaşar, her türlü siyasal ve toplumsal olaylarda kendini gösterir ve tüm olaylarda belirleyici rol üstlenirdi. Cemaate katılır, mescitten; musalladan, sosyal aktivitelerden uzak kalmazlardı. Gerektiğinde devlet başkanının hatalı icraatını cesurca eleştirir, hatanın düzeltilmesini sağlardı.  Peygamberimiz ve ondan sonraki halifeler de bunları engellemez, aksine teşvik ederlerdi. Ayrıca her konuda onlarla da istişare eder, biat olaylarında onlardan da biat alırdı yani onların da oyuna başvururdu. Bunlar hem tarihte sabit hem de  Kur’an’da yer almıştır.

Bu gün ise Müslüman geçinenlerin terâvih namazları dışında kadın cemâate katılmıyor.Cuma namazları, bayram namazları, cenaze namazları kadınlar katılmadan kılınıyor. Dernek, parti, vakıf gibi sivil toplum örgütlerinde ise dindar geçinen kesimlerin kadınları hiç yer almıyor. Siyasi oy yönünden ise kocasının, babasının reyi ne ise onun reyi de o oluyor. Kendisi kesinlikle rey sahibi bir birey değildir. Böyle olunca da bu gün toplumda kadının yeri, İslâm öncesi dönemlerdekinden daha da geri ve kötü durumdadır.

Haremlik – Selamlık

Peki, ne oldu da, toplumdaki doğallık ve ahenk kayboldu? Yaşayan nüfusun yarısı olan kadın nasıl, neden ve kimler tarafından toplumdan uzaklaştırıldı?  Nasıl oldu da kadınsız bir din ve toplum modeli ortaya çıktı? Neden kadınlar yatak odası ile mutfak arasına sıkıştırıldı?

Yukarıdaki soruların cevabını vermeden önce şu âyeti dikkatlice anlayalım.

Sonra, bunların izinden art arda elçilerimizi gönderdik. Meryem oğlu Îsâ’yı da arkalarından gönderdik; kendisine İncîl’i verdik ve o’na uyan kimselerin kalplerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Uydurdukları ruhbanlık; onu, onların üzerine Biz yazmadık. Sadece Allah rızasını kazanmak için ortaya çıkardılar. Sonra da buna gereği gibi riâyet etmediler. Sonra da Biz, onlardan iman eden kimselere karşılıklarını verdik. Onlardan pek çoğu da hak yoldan çıkmış olanlardır.(Hadid; 27)

Âyette görüyoruz ki,  Hıristiyanlar, Ruhbanlığı, akılları sıra daha dindarca bir hayat yaşayacağız ve Allah’ın rızasını kazanacağız diye uydurmuşlar. Ama ağızlarına yüzlerine bulaştırmışlar. Allah’ü Teâla Müslümanları uyarıyor; sakın onlar gibi olmayın diyor. Bu âyetin Kur’ân’da yer almasının amacı budur. Ama maalesef Müslüman geçinenlerin de kınanan Hıristiyanlardan farkı yok. Kadını, fitne, bela, uğursuz, şeytan, necis, akılsız, dini noksan, şehvet malzemesi, seks objesi vs. sayınca bu olumsuz niteliklerle yaşamadan, daha dindar olacağız ve Allah’ın rızasını kazanacağız diye kadınla dünya arasına kalın bir duvarlar örüldü. Bu hususta Allah’ın koyduğu, Rasülünün uygulayıp bize gösterdiği ölçülere uyulmadı. Sonuçta da bir sürü çelişki ve çarpıklıklar ortaya çıktı. Kısacası Müslüman geçinenler de Hıristiyanlar gibi bu işi ellerline yüzlerine bulaştırdı.

Evlerine gelen akraba hısıma, eşe dosta kadınlar, kızlar gösterilmezken yani haremlik-selamlık uygularken, çarşıda pazarda ne idiği belirsiz adamlarla konuşmalarında, alış veriş etmelerinde aralarında dolaşmalarında, hatta, toplu taşıma araçlarında balık istifi bulunmalarında, örtülü çıplaklar sürüsü oluşturmalarında sakınca görülmemektedir.

Kadın ve erkeklerin aynı mekanda, başkalarının gözü önünde terbiye ve ahlak kurallarına aykırı davranışlarda bulunmamaları, onurlu duruşlarıyla görüşmelerinde ve konuşmalarında bir sakınca yoktur.

Kadın, MUTLAKA TOPLUMDAKİ YERİNİ ALMALIDIR. Kadın artık uyanmalıdır; kendini tanımalıdır: toplumdaki yerini, bedeniyle; saçıyla, gözüyle, göğsüyle, makyajıyla değil beyniyle almalı, vitrin ve imaj olmaktan kendini kurtarmalıdır. Kendini riske atmadan fıtratlarına aykırı olmayan her işte çalışmalı, her türlü okulda okumalı, her türlü sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik ve eğitim faaliyetlerine katılmalıdır. Özetle, Allah’ın “Kadın Kültürdür” diye taçlandırmasına layık olmalıdır.

Mîrasta  Kadın

Kadının İslâm dinindeki miras durumu, sürekli tartışılan ve eleştiri yöneltilen konuların başında gelmektedir. Bu durum, hem Müslümanlarca hem de eleştirmenlerce konuyla ilgili âyetlerin iyi anlaşılmamasından kaynaklanmaktadır. İlmihal ve fıkıh kitaplarındaki anlatıma göre İslâm’daki miras hukuku, kadın-erkek mirası bir yana, erkekler arasında, kız kardeşler arasında da sorun olarak gözükmektedir.

Yüce Allah şöyle buyurur:

Allah, size evlatlarınız hakkında Allah’tan bir taksim olarak yükümlülük ulaştırır: Erkek için, iki kadın payı kadardır. Eğer hepsi kadın olmak üzere ikiden fazla iseler, o zaman geride bırakılmış şeylerin üçte-ikisidir. Ve eğer bir tek kadın ise o zaman ona yarısıdır. Eğer ölen, ana ve baba ile birlikte çocuklar da bırakmışsa ana-babanın her birine altıda-bir; şâyet ölenin çocuğu yok da, mirasçı olarak ana ve babası kalmışsa, o zaman anası için üçte-birdir. Eğer ölenin kardeşleri varsa anası için altıda-birdir. Bu paylar, ölenin yaptığı vasiyet ve borçlardan sonradır. Babalarınız ve çocuklarınız; hangisinin size yarar bakımından daha yakın olduğunu, siz bilemezsiniz. Şüphesiz Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır. (Nisa; 11)

Kur’ân’da miras ilkeleri böylece açıklandıktan sonra, “Şüphesiz Allah, her şeye en iyi şahittir. Babalarınız ve çocuklarınız; hangisinin size fayda bakımından daha yakın olduğunu, siz bilemezsiniz. Şüphesiz Allah en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır. Allah, sapmayasınız diye açığa koyuyor ve Allah her şeyi en iyi bilendir. Bunlar, Allah tarafından size ulaştırılan bir yükümlülüktür. Ve Allah en iyi bilen ve çok yumuşak davranandır” diye uyarılarda bulunulmuş ve sonra pasaj: “İşte bunlar, Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’a ve Elçisi’ne itaat ederse Allah onu, içinde sürekli kalanlar olarak altlarından ırmaklar akan cennetlere girdirir. İşte bu da, çok büyük kurtuluştur. Ve kim Allah’a ve O’nun Elçisi’ne karşı gelir ve O’nun sınırlarını aşarsa, onu, içinde sürekli kalmak üzere cehenneme girdirir. Ve alçaltıcı azap onun içindir” tehdidi ile bitirilmiştir.

Eskiden mîras, nesep ve sözleşmeye dayandırılmıştı, tarih kayıtlarına göre Araplar arasında da veraset, nesep ve sözleşmeye dayalı olarak tatbik edilmekteydi.

Allah, mirastan evvel, miras taksiminde haksızlık olabileceğinden hareketle vasiyete itibar edilmesini emretmiştir:

Sizden birinize ölüm hazır olduğu vakit, eğer bir hayır [mal] bıraktıysa, muttakiler üzerine bir hak olarak, babası-anası ve en yakın akrabası için, ma’rûf ile vasiyet etmek yazıldı [farz kılındı]. Artık her kim, bunu duyduktan sonra onu değiştirirse, onun günahı ancak onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir. Artık her kim vasiyet edenin bir hata işlemesinden veya bir günaha girmesinden korkar da onların arasını düzeltirse, ona hiç bir günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. (Bakara: 180–182)

Ey iman etmiş kişiler! İçinizden birine ölüm hazır olduğu zaman, vasiyet sırasında aranızdaki şahitlik, kendi içinizden adalet sahibi iki kişidir yahut yeryüzünde yolculuğa çıkmış iseniz, sonra da ölümün musibeti size gelip çatmışsa, sizden olmayan iki kişidir. Eğer şüpheye düşerseniz, salâttan sonra onları alı korsunuz. Sonra da onları, “Akraba bile olsa, yemini bir çıkar karşılığı satmayacağız, Allah’ın şahitliğini gizlemeyeceğiz. Aksi hâlde günahkârlardan oluruz” diye Allah’a yemin ettirirsiniz. Sonra da eğer o ikisinin [şahitlerin] bir günah işledikleri anlaşılırsa, ölene daha yakın olan hak sahiplerinden diğer iki kişi onların yerine geçerler de, “Bizim şahitliğimiz, o ikisinin [önceki iki kişinin] şahitliğinden daha doğrudur ve biz kimsenin hakkına tecavüz etmedik. Aksi hâlde biz zalimlerden olurduk” diye Allah’a yemin ederler. İşte bu [böyle bir yemin], şahitliklerini usulüne göre yapmaları yahut yeminlerinden sonra yeminlerinin kabul edilmemesinden korkmaları için en yakın [iyi] yoldur. Allah’a takvâlı davranın ve kulak verin. Ve Allah, fâsıklar topluluğuna kılavuzluk etmez. (Mâide: 106–108)

Ve sizden eşler bırakarak vefat edecek olanlar, eşleri için senesine kadar evlerinden çıkarılmaksızın kendilerine yetecek bir malı vasiyet ederler. Artık onlar, çıkarlarsa, ma’rûf ile kendilerinin yaptıklarında sizin için bir günah yoktur. Ve Allah Azîz’dir Hâkim’dir. (Bakara: 240)

Allah, bu ilkeleri, Arap aile yapısındaki kıst [hakkaniyet] ölçülerine göre koymuştur. Zira babanın bıraktığı malın iktisabında, erkek çocukların katkıları vardı. O nedenle de erkek evlâdın kız evlâda göre daha fazla alması normaldir. Ancak aile, kazanç ve birikimini erkek evlâdı okutup meslek edindirmek için harcadığında, geriye kalan az miktardaki malın taksiminde, okutulup doktor veya mühendis yapılmış, üst düzey gelir sahibi olmuş bulunan erkek kardeş iki, baba evinde bağda-bahçede ırgat olarak çalışan kız kardeş bir pay mı almalıdır? Görüldüğü gibi bazı durumlarda ikiye-bir hükmü ile hak tecelli etmiyor. Hakkın yerini bulması için ek maddeler gerekir ki Allah da böyle yaparak vasiyet ilkesini koymuştur

Bu ölçüler çerçevesinde örneklediğimiz aile bireyleri arasında kız evlâda 2 ya da daha fazla, erkek evlâda ise 1 ya da daha az verilebilir veya ailenin mal varlığı harcanarak okutulan erkek evlâda hiç pay verilmeyip, terekenin hepsi kıza verilebilir. Bütün bunlar, vasiyet ile gerçekleştirilir. Baba vasiyet etmediyse, kamu devreye girerek hakkaniyeti sağlar. Yani mirası, kağıt üzerinden veraset ilamı vermez, hakkaniyeti sağlamak için terekenin iktisâbını ve daha evvelki servetin azaltılmasını araştırır, varislerin durumunu araştırır ona göre veraset belgesi verir.

Yukarıdaki âyetlerde, Bu paylar, onun [ölenin] yaptığı vasiyet ve borçlardan sonradırbuyrularak, önce vasiyetin yerine getirilmesi ve borçların ödenmesi istenmiştir. Bakara Sûresinin 180. âyetinde ise, Sizden birinize ölüm hazır olduğu vakit, eğer bir hayır [mal]bıraktıysa, muttakiler üzerine bir hak olarak, babası-anası ve en yakın akrabası için, ma’rûf ile vasiyet etmek yazıldı [farz kılındı] buyrularak, miras taksiminden doğacak haksızlıkların vasiyetlerle telafi edilmesi; diğer âyette ise hakkaniyetin sağlanması için hâkimin terekeyi paylaştırması hükme bağlanmıştır:

Artık her kim, bunu duyduktan sonra onu değiştirirse, onun günahı ancak onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir. Artık her kim vasiyet edenin bir hata işlemesinden veya bir günaha girmesinden korkar da onların arasını düzeltirse, ona hiç bir günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. (Bakara: 181–82)

Âyetlerden anlaşıldığı üzere mirasta hakkaniyetin sağlanması için “vasiyet” müessesesine ihtiyaç vardır. Ne yazık ki, Veda Hutbesine, “Vârise vasiyet yoktur” ilavesi yapılıp, Rasûlullah’ın ağzından vasiyet ortadan kaldırılmak istenmiştir.

Ayrıca Nisa suresinin 7. âyetinde “Ana-baba ve akrabaların ölüp de geride bıraktıkları şeylerde erkek yetimlere bir pay vardır. Ana-baba ve akrabaların ölüp de geriye bıraktıklarından az olsa da çok olsa da farz kılınmış bir nasip olarak kız yetimlere de bir pay vardır.” buyrularak yetimlik çağındaki çocuklara erkek, kız ayırımı yapılmadan mirasın eşit olması hükmü getirilmiştir.

Emek vererek, alnı terleterek kazanılanlara gelince, herkes, kadın erkek kendi hak ve nasibini alır.

Ve Allah’ın bazınıza, diğerlerinizden fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır. Kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Ve Allah’ın fazlından isteyin. Şüphesiz Allah her şeyi en iyi bilendir. (Nisa; 32)

Kadının  Şahitliği:

Kadının şahitliği meselesi çok eleştiri alan bir konudur. Çünkü şahitlikte iki kadının bir erkek yeri tuttuğuna inanılır. Buna da müdâyene âyeti dediğimiz Bakara; 282. âyeti delil gösterilir. Halbuki, bu alacak borç ilişkisini ve bunun adil bir katip (noter) tarafından yazılmasının esaslarını bildiren bu âyet, iyi anlaşılsa, konu hem tartışılmaz hem de İslâm’ı eleştirmek dost düşman kimsenin haddine düşmez.

Şahitlik meselesi İslâm dinin hassasiyetle üzerinde durduğu bir konudur. Önce konunun ciddiyetini gösteren birkaç âyete göz atalım.

…. De ki: “Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Kendi yanındaki, Allah’tan gelen bir şâhitliği saklayandan daha zalim, kendisine daha haksızlık eden kim olabilir? …. (Bakara; 140 )

Ey iman etmiş kimseler! Kendiniz, ana-babanız ve yakın akrabanız aleyhine de olsa, Allah için tanıklık eden kimseler olarak hakkaniyeti tümden ayakta tutanlar/ gözetenler olun. İster zengin olsun, ister fakir olsun, bilin ki Allah, ikisine de daha yakındır. Artık adaleti yerine getirebilmek için boş-iğreti arzunuza uymayın. Eğer eğip bükerseniz veya geri durursanız, biliniz ki şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.(Nisa; 135)

Ey iman etmiş kişiler! Allah için, hakkaniyeti ayakta tutan tanıklar olunuz. Ve bir topluma olan kininiz, sizi adaletsizlik yapmaya sürüklemesin. Adaletli olun, adaletli olmak, Allah’ın koruması altına girmeye daha yakındır. Allah’ın koruması altına girin. Şüphesiz Allah, yaptıklarınıza haberdardır(Maide;  8)

Âyetleri okuyunca izaha gerek kalmıyor, şahitliğin ne kadar ciddi ve hassas bir konu olduğu anlaşılıyor. Bu âyetlere dikkat edildiyse muhatap kadın erkek ayrılmıyor, insanlar, Müslümanlar hepsi muhatap alınıyor. Erkek ve kadın ayrışımı yapılmıyor.

Şimdi gelelim müdâyene; borçlaşma âyetlerine.

282.       Ey iman etmiş kimseler! Adı konmuş bir süreye borçla borçlaştığınız zaman onu hemen yazın. Aranızda bir kâtip de adaletle yazsın. Ve o kâtip, Allah’ın, kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın da yazsın. Hakk kendi üzerinde olan kişi de söyleyip yazdırsın ve Rabbi olan Allah’a takvâlı davransın ve ondan [haktan] bir şey eksiltmesin. Şayet hakk kendi aleyhine olan kişi [borçlu] bir aklı ermez veya zayıf biri veya bizzat söyleyip yazdıramaya güç yetiremeyen biri ise, velîsi adaletle söyleyip yazdırsın. Ve iyi tanık olabilecek kimselerden olmak üzere, bunlardan razı olacağınız erkeklerinizden iki iyi tanık tutun – iki tanık tutulması bunlardan birisi yanılırsa, şaşırırsa, öbürü hatırlatsın diyedir–. Şayet iki erkek tanık olmazsa, o zaman bir erkekle iki kadın tanık olsun. Tanıklar da çağırıldıklarında kaçınmasınlar. Siz, küçük veya büyük, onu vadesine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu, Allah nezdinde daha hakkaniyetlidir, şahitlik için daha sağlam ve şüpheye düşmemenize daha elverişlidir. Aranızda hemen devredeceğiniz bir ticaret hariçtir; o zaman bunu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Alım-satım yaptığınız vakit yine şahitlendirin. Yazan ve şahitlik eden bir zarar görmesin. Eğer yaparsanız [onlara zarar verirseniz], şüphesiz o, size dokunacak bir fısk [günah] olur. Allah’a da takvâlı davranın. Allah, size öğretiyor ve Allah, her şeyi en iyi bilendir.

283. Ve eğer siz, bir yolculuk üzere olur da bir kâtip de bulamazsanız, o vakit alınmış bir rehin! Yok, eğer birbirinize güveniyorsanız kendisine güvenilen adam üzerindeki emaneti ödesin. Ve Rabbi olan Allah’a takvâlı davransın. Şahitliği de gizlemeyin. Onu kim gizlerse artık, şüphesiz onun kalbi günahkârdır. Ve Allah, yaptıklarınızı çok iyi bilendir.

Bu Âyetlerde, borca dayalı alış-veriş usulü belirlenmektedir. Her türlü işlemin söze dayandığı bir ortamda bu ilkelerin konulması, insanlar arasındaki ihtilafları ve hak gasplarını gidermeye yöneliktir. Gayet net ve açık olan Âyetteki ilkeleri şöyle sıralayabiliriz:

  • Vadeli borçlanma durumlarında, borç büyük de olsa küçük de olsa yazılmalıdır.
  • Yazan kişi, taraflardan ayrı üçüncü bir şahıs olmalı ve taraf tutmadan yazmalıdır.
  • Borçlu, gerçeği yazdırmalı, en ufak bir şeyi gizlememelidir.
  • Borçlu, aklı ermez [çocuk, bunak, deli], zayıf, konuşamayan biri ise, velîsi, adaletle yazdırmalıdır
  • Bu işleme nitelikli iki erkek, iki erkek yoksa, bir erkek, iki kadın şahit tutulmalıdır.
  • Şahitler çağırıldıklarında şahitlik etmekten kaçınmamalıdırlar.
  • Küçük veya büyük olsun borç vadesine kadar yazılmalıdır, üşenilmemelidir. Bu, Allah nezdinde daha hakkaniyetlidir, şahitlik için daha sağlam ve şüpheye düşülmemesine daha elverişlidir.
  • Peşin alış-verişlerde yazmaya ve şahit tutmaya gerek yoktur.
  • Alım-satım işleri de şahitlendirilmelidir.
  • Yazan ve şahitlik eden kimseye zarar verilmemelidir. Onlara zarar vermek, büyük suçtur.
  • Yolculukta olup da bir kâtip bulunamazsa rehin alınabilir.
  • Kendisine güvenilen kişi, üzerindeki emaneti ödemelidir.
  • Şahitlik gizlenmemelidir. Konu mahkemeye intikal ederse şahitler şahitlik yapmalı, bildiklerini söylemelidir.

Biz bu Âyetlerdeki bazı noktalarda açıklama yapılmasının faydalı olacağı kanaatindeyiz.

Âyetteki, Hakk kendi üzerinde olan kişi de söyleyip yazdırsın ve Rabbi olan Allah’a takvâlı davransın ve ondan [haktan] bir şey eksiltmesin ifadesine göre, yazdırma işi borçlunun sorumluluğundadır. O üzerindeki hakkın ne olduğunu bildirmek üzere bizzat kendi ifadesiyle hiçbir şey gizlemeden ikrarda bulunacaktır. Çünkü şahitlik ancak onun ikrarda bulunması üzerine gerçekleşir.

Borç senedini yazan kâtiple ilgili, Aranızda bir kâtip de adaletle yazsın emri verilerek adalet sıfatı şart koşulmaktadır.

Âyette şahit konusunda, “ من رجالكمerkeklerinizden” ifadesi kullanılmıştır. Âyetin başında mü’minlere hitap edildiğine göre, buradaki şahitler, mutlaka mü’minlerden olmalıdır. Bu borçlaşma protokolü mü’minler için zorunludur; İslâm toplumundaki gayr-i Müslimler için zorunlu değildir.

Ayette dikkat çeken bir nokta da “شاهد   Şâhid” sözcüğü yerine “شهيد şehiyd” sözcüğünün kullanılmış olmasıdır. Bu demektir ki bu konudaki tanıklar, sıradan bir tanık olmayıp ileri derecede nitelikli olmalıdır.

 Âyetteki, “Ve iyi tanık olabilecek kimselerden olmak üzere, bunlardan razı olacağınız erkeklerinizden iki iyi tanık tutun – iki tanık tutulması bunlardan birisi yanılırsa, şaşırırsa, öbürü hatırlatsın diyedir–. Şayet iki erkek tanık olmazsa, o zaman bir erkekle iki kadın tanık olsun” ifadelerinden anlaşılıyor ki, borçlaşma protokollerindeki şahitlerin, öncelikle nitelikli iki erkek olması gerekir. Eğer iki erkek bulunamıyorsa, bir erkek ile iki kadın şahit tutulmalıdır.

Şahitlik meselesi İslâm dinin hassasiyetle üzerinde durduğu bir konudur. Önce konunun ciddiyetini gösteren birkaç âyete göz atalım.

…. De ki: “Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Kendi yanındaki, Allah’tan gelen bir şâhitliği saklayandan daha zalim, kendisine daha haksızlık eden kim olabilir? ….(Bakara; 140 )

Ey iman etmiş kimseler! Kendiniz, ana-babanız ve yakın akrabanız aleyhine de olsa, Allah için tanıklık eden kimseler olarak hakkaniyeti tümden ayakta tutanlar/ gözetenler olun. İster zengin olsun, ister fakir olsun, bilin ki Allah, ikisine de daha yakındır. Artık adaleti yerine getirebilmek için boş-iğreti arzunuza uymayın. Eğer eğip bükerseniz veya geri durursanız, biliniz ki şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır. (Nisa; 135)

Ey iman etmiş kişiler! Allah için, hakkaniyeti ayakta tutan tanıklar olunuz. Ve bir topluma olan kininiz, sizi adaletsizlik yapmaya sürüklemesin. Adaletli olun, adaletli olmak, Allah’ın koruması altına girmeye daha yakındır. Allah’ın koruması altına girin. Şüphesiz Allah, yaptıklarınıza haberdardır. (Maide;  8)

Âyetleri okuyunca izaha gerek kalmıyor, şahitliğin ne kadar ciddi ve hassas bir konu olduğu, şahitlerin tüm olaylarda âdil, razı olunan kimselerden olması gerektiği anlaşılıyor.

Bu âyetlere dikkat edildiyse muhatap kadın erkek ayrılmıyor, insanlar, Müslümanlar hepsi muhatap alınıyor. Erkek ve kadın ayrışımı yapılmıyor.

Bu ayette bazı teknik noktaları tahlil zorunluluğu hissediyoruz. Bunlar ayetteki “ ممّن ترضونmin men terzavne….” ve “ ان تضلّen tedılle……” ifadelerinin bağlantı merkezleri           “ تضلّtedıllu” ve “تذكر tüzekkirü fillerinin yapıları ve “ رجل وامراتان racülün vemreatani” üzerinde vakıf; durma (Türkçedeki imla kurallarına göre nokta koyma) konularıdır. Bunları tek tek tahlil ediyoruz:

Klasik kabulde,

– “…  امراتانemretani” üzerinde nokta konmayıp ayetin “ ممن ترضونmimmen terzavne….” bölümü “ رجل وامراتانracülün vemreatani” ifadesine “sıfat” yapılmıştır. Böylece metinden “o zaman razı olacağınız şahitlerden bir erkekle iki kadın …….” anlamı elde edilmiştir. Buna göre nitelikli tanık aramak “bir erkek, iki kadın tanıklığın”da ön görülürken, “iki erkek tanıklığın”da dikkate alınmamış olmaktadır.

Halbuki Rabbimizin Talak/2’deki beyanına göre de tanıkların adil; razı olunan âdil kimselerden olması gerekir. Yani “iki erkek tanığın da razı olunan; adil (özgür, reşit, Müslüman, neye şahadet ettiğini bilen, şahadeti sebebiyle bir menfaat elde etmeyecek veya bir zararı gidermeyecek olan, yanılma özelliği ile tanınmayan, kişilik sahibi ve aleyhine şahadet ettiği kimse ile bir düşmanlığı bulunmayan) kimselerden olması gerekir. Bu nedenle ayetteki “ممن ترضون mim men terzavne” ifadesi “ استشهدوisteşhidü” fiiline bağlanmalıdır. Buna teknik bir engel de bulunmamaktadır.

– Bir diğer nokta da ayetteki “ان تضلen tadılle….” ifadesinin “iki kadın” ifadesine bağlanmasıdır. Ayetin bu bölümü “bir erkek, iki kadın tanığın” gerekçesi olarak anlaşılmış ve kadınlar erkeklere göre yarım akıllı; sapan şaşıran, unutan kimseler olarak kabul edilmiştir. Halbuki gerçek hayatta böyle olmayıp bu tez, gerçeği ifade etmez. Hafıza-i beşer nisyan ile ma’luldur. Yani kadın erkek herkes unutur, şaşar, sapar. Sapmak, yanılmak kadınlara özgü bir durum değildir.

Ne varki elimizdeki mushafta “تضل tedılle” ve “ تذكرtüzekkire” fiilleri “müennes (dişil) kalıpla yer almaktadır. Buna göre de “şaşıran, unutan ve hatırlatacak olan” kadınlar gözükmektedir.

İşte burada iyi düşünülmelidir. Bilindiği üzere mushafın ilk nüshalarında yer alan harflerin şimdiki gibi noktaları yoktu. Örneğin  بb,  تt,  ثs,  يy ve  نn harfleri çanak şeklinde aynı; birbirinden farksız olarak yer alıyor, söz akışı içinde işaretin hangi harfi temsil ettiği belirleniyordu. Harfleri noktalar koymak suretiyle belirlemek sonradan yapıldı. İşte bu aşamada kıraat farklılıkları ortaya çıktı. Bazılarının y harfiyle okuduklarını bazıları t veya n harfiyle okudular.

Bizim kanaatimize göre Kur’an’da  ىy harfiyle okunan filler, noktalamayı yapan kişilerce “ تt” harfiyle Mushaf’a yazılmıştır.  Böylece müzekker (eril) olan fiilleri müennese (dişile) çevrilmiş ve  “bu iki kadından birisi yanılırsa, şaşırırsa, öbürü hatırlatsın diye ….” anlamı elde edilmiştir. (Biz mushafta bu tip el atmaların onlarcasını Tebyin’de tespit ve teşhir ettik. Bu tek değildir) Meseleyi o dönemde kadınların, aile içi işlerle meşgul olmalarından dolayı, ticarî konu ve ilişkilere aşina olmadıklarına, bir ihtilaf vukuunda, yıllar evvele ait bir ticarî konuyu karıştırabileceklerine bağlamak ise ayetin evrensel mesajını Kur’an’ın indiği döneme; Medine’ye hapsetmek olacaktır.

Bizim kanaatimize göre de ayetteki “ان تضل اهديهما فيذكر اهدييهما الاخرىen tadılle….. “ bölümü, tanıklıkta, neden iki tanık gerektiğini açıklamaktadır:  Kadın veya erkek tanıklar, gerektiğinde tanık oldukları olayı aralarında müzakere edecekler; olayı iyice hatırlayacak ve öyle şahitlik yapacaklardır. Aksi hâlde haksızlığa vesile olabilirler.

Neden iki kadın?

Bu sorunun cevabını İslam’ın kadına bakışında ve ayetteki “Yazan ve şahitlik eden bir zarar görmesin. Eğer yaparsanız [onlara zarar verirseniz], şüphesiz o, size dokunacak bir fısk [günah] olur.” ifadesinde aramalıyız. Nisa/34 ve Bakara/224’e göre kadın, toplumun temel taşıdır; kültür, eğitim, öğretim, merhamet kaynağıdır. Riske atılmamalı, yalnız başına yola, uzağa gitmemeli, gönderilmemeli, taciz, tecavüz riskinden erkekler tarafından korunup gözetilmelidir. Ayrıca kadının özel günleri, hamilelik, lohusalık durumları vardır. Bu nedenle kadınlar, tanık yapılırken ve tanıklığının beyanı istendiğinde bu faktörler dikkate alınmalıdır. İki kadının tanıklılarının beyanı talep edildiğinde içlerinden uygun olan kadın, erkek tanıkla beraber beyana gitmelidir.

Âyette, borca yapılan alış-verişin mutlaka yazılması ve şahit tutulması istenmektedir. Zira bu tür işlemlerde, ihtilaf ve niza olağan şeylerdendir. Kişiler miktarı ve vadeyi unutabilir ya da inkâr edebilir yahut alacaklı miktarı ve vadeyi değiştirmeye kalkabilir. Ama yazılı ve şahitli olunca bu sorunlarla karşılaşılmaz.

Âyetteki, o zaman razı olacağınız ifadesiyle de, şahitlerin alelusul belirlenmemesi, onlarda belirli özelliklerin aranması gerektiğine dikkat çekilmiştir. Ayrıca, ileride geleceği üzere boşanma sırasında da Ve sizden adalet sahibi iki kişiyi şahit tutun (Talâk Sûresinin 2. Âyetinde) buyrulmuştur. Bundan anlaşılan şu ki; şahitler, “âdil” sıfatına layık kimselerden olacaktır. Yani şahit; özgür, reşit, Müslüman, neye şahadet ettiğini bilen, şahadeti sebebiyle bir menfaat elde etmeyecek veya bir zararı gidermeyecek olan, yanılma özelliği ile tanınmayan, kişilik sahibi ve aleyhine şahadet ettiği kimse ile bir düşmanlığı bulunmayan bir kimse olmalıdır.

Rivâyetlerde Kadının Şahitliği

Bu konudaki tek rivâyet, Sahih-i Buhari’den yukarıda metin ve meâlini verdiğimiz ve kritiğini yaptığımız, Hayız Kitabı, 7. Bab. 9 numaralı rivâyettir. Yukarıda açıkladık ki bu rivâyet ya da başkaları hangi hadis kitabından alınmış olursa olsun, Allah’ın âyetleriyle ve bilimsel gerçeklerle çelişen söylentilerdir, dikkate alınmamalıdır. Hatta bu rivâyet de, her tartışmalı konuların râvisi olan Ebu Hüreyre patentlidir. Ama ne yazık ki Müslümanlar bu martavalları dini hayatlarından atıp çıkaramamışlardır.

Evet, bu konuda da netice şudur ki: Genel tanıklıkta kadın ve erkek ayırım ve farklılığı yoktur.  Kadın ve erkek eşittir.

Boşanma / Talak :

Talak/boşanma Arapçada sözlük anlamı olarak,  ‘bağı çözme’ anlamına gelir. Terim olarak ise, kadınla erkek arasındaki evlenme akdi ile kurulan nikâh bağının çözülmesi demektir.

Pratik hayata baktığımızda görüyoruz ki, boşanmadaki uygulamalar kadının aleyhinedir. İpin ucu erkeğin elinde, hanımına ‘boş ol’ dedi mi, mesele bitiyor, hemen yuva yıkılıyor. Böyle bir hakkın elinde olduğunu bilen erkek sürekli eşini sömürüyor ya da ona zulmediyor. Bu bölümde İslâm’daki boşanma konusuna kısaca bir göz atalım.

Biz burada bu konuya iki açıdan kısa kısa değineceğiz. Birincisi, boşanmada kadın ve erkeğin durumu, kincisi ise konunun toplumdaki yanlış uygulanmasıdır.

Halk arasındaki kabule ve fıkıh ve ilm-i hal kitaplarındaki yer alan anlatımlara göre, boşama yetkisi erkeğe verilmiştir. Erkek bu yetkisini dilediği zaman ve dilediği şartlarda kullanabilir. Yani ne zaman isterse karısını boşayabilir. İpin ucu elindedir. Bu yetki Demokles’in kılıcı gibi kadının başının üstündedir. ‘Boş ol’, ‘şart olsun’, ‘boş olsun’ dedi mi, bitti gitti, yuva yıkıldı, çoluk çocuk perişan oldu, gitti. Elinde böyle bir yetkisi olan erkek eşini sürekli sömürür ona zulüm yapar. Toplumda asırlardan beri süregelen uygulama da maalesef budur.

Evlilik/nikâh, kadın ve erkek her iki tarafın hür iradeleriyle,   rızalarıyla ve şahitler huzurunda açık beyanlarıyla (akit) oluşmasına rağmen, nasıl oluyor da, bu evliliği yürütüp yürütmeme yetkisi, tek taraflı erkeğe bırakılabiliyor. Ve ortak bir irade ve kararla oluşturulan evlilik kurumunu tek taraflı olarak erkek sona erdirebiliyor? Tüm insani işlere beşeri münasebetlerdeki sözleşme ve sözleşmenin sona erdirilmesi kurallarına da ters olan bu uygulama, erkeğin tarafını tutmak ve kadın tarafına zulüm değil mi? Tabii öyle. Ayrıca bu durum, hiç tartışılmayacak kadar din, vicdan ve akıl ölçülerine aykırıdır.

Ama bakın bunun gerekçesi ne imiş!? Efendim, kadın, erkeğe göre daha duygusal, kapılgan, alıngan, zayıf olduğundan, ayrıca evlilik kurumunun oluşmasında mehir-başlık parası gibi herhangi bir maddi harcama yapmadığından, kadına boşama yetkisi verilirse bu yetkiyi, düşüncesizce, çarçabuk ve çok kullanırmış ve bu evlilik için sürekli bir tehdit unsuru olurmuş. İşte bu nedenle kadına ‘boşama yetkisi’ verilmemiş.

Gördüğünüz gibi, kadına boşama yetkisi vermeyen, İslâm dini değil, yukarıdaki arz ettiğim mantığın sahipleri. Bu görüşü yerleştirmiş olmalarına rağmen,   “Kadın nikâh anında nikâh senedine kendisinin de boşama yetkisinin olacağını/tefviz) yazdırırsa kadının da boşama yetkisi olabilir. Ayrıca kocasıyla geçinemeyeceğine karar verirse (hul’) aldığı mehiri geri vermek sûretiyle, gerekirse üste kocasının memnun olacağı miktarda para, mal vermek sûretiyle (bir nevi haraç)de kocasını boşayabilir.”  tarzında yine erkeği taraf tutan fetvalar üretmişlerdir. Yapılan ve yapılabilecek eleştirileri bu hükümlerle bertaraf etmeye çalışmışlardır. Ama nikâh anında bu pazarlığı yapamayanlar ve kocasına haraç verecek imkâna sahip olmayanlar, isteseler de istemeseler de boşanamayacaklar ve işkenceye katlanacaklardır.

Şimdi gelelim İslâm dininin aslındaki, yani Kur’ân’daki Talak/boşanma konusuna. Biliyorsunuz Kur’ân’ı kerimde Talak Sûresi/Boşanma sûresi adıyla bir sûre vardır.. Şimdi o sûrenin giriş âyetlerine bir bakalım:

Ey Peygamber! Kadınları boşadığınız zaman onları iddetleri için boşayın ve iddeti sayın. Ve Rabbiniz Allah’ın koruması altına girin. Apaçık bir aşırılık, iffetsizlik yapmaları hâli dışında, onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar. Bunlar, Allah’ın sınırlarıdır. Artık kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, kesinlikle kendine haksızlık etmiş olur. Bilmezsin, olur ki Allah, bundan sonra bir iş ortaya çıkarıverir.

Artık sürelerinin sonuna vardıklarında onları örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekilde tutun yahut örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekilde onlardan ayrılın. Ve sizden adalet sahibi iki kişiyi şâhit tutun. Şâhitliği de Allah için ayakta tutun. İşte bu, Allah’a ve son güne inanan kimseye öğütlenendir. Ve kim Allah’ın koruması altına girerse, Allah ona bir çıkış yolu sağlar ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim de Allah’a işin sonucunu havale ederse, O ona yeter. Şüphesiz Allah, Kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir. Allah, kesinlikle her şey için bir ölçü koymuştur, belirlemiştir. (Talak: 1- 2)

Dikkat ettiniz mi? Bu ayetlerde hitap kime yapılmaktadır; yani nida/ünlem kime yapılıyor?

PEYGAMBERE. Yani devlet başkanına. Diğer bir ifadeyle, KAMU OTORİTESİNİN BAŞINA.

Şimdi de Kur’an’a müracaat edelim:

Ve eğer karı-kocanın arasının açılmasından korktuysanız, o zaman bir hakem erkeğin yakınlarından, bir hakem de kadının yakınlarından kendilerine gönderin. Bu karı-koca gerçekten barışmak isterlerse, Allah karı-kocanın arasında geçim verir. Şüphesiz Allah, çok iyi bilendir, her şeyin iç yüzünü, gizli taraflarını da iyi bilendir.( Nisa; 35)

Bu âyetin muhatapları kimler? Buradaki muhataplar, kendilerine seslenilenler ise,İNSANLAR. Sûrenin ilk âyetini hatırlayın:  Ey insanlar!  Rabbinizden sakının. O Rabbiniz ki …….

Bu âyette de hitap insanlığadır. Yani kamu otoritesinedir. Herhangi bir bireye değildir.

Âyetlerde görüldüğü gibi, boşama yetkisi kamu otoritesine aittir. Kadın ve erkeğin boşama yetkileri yoktur. Onların boşanma haklarıvardır. Boşanacak eş kamu otoritesine başvurur, gerekçelerini bildirir. Onların tetkiki ve karar ise kamu otoritesine, yetkilendirilmiş mahkemeye aittir.

Şimdi gelelim boşanma konusundaki ikinci toplumsal yanlışa: Yani üç talak meselesine ve bu üç talakın birden kullanılmasına. Önce bu konuyu düzenleyen âyetlere bir bakalım.

Boşamak iki defadır. Bundan sonrası ya örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekil ile tutmak veya iyileştirmekle salmaktır. Onlara verdiklerinizden birşey almanız da sizin için helâl olmaz. Ancak ikisinin de Allah’ın sınırlarını yapamamaktan korkmaları başkadır. Artık eğer siz kamu görevlileri, bunların, Allah’ın sınırlarını yapamayacaklarından korkarsanız, kadının fidye/ayrılma bedeli vermesinde ikisine de vebal yoktur. İşte bunlar, Allah’ın sınırlarıdır. Artık bunları aşmayın. Her kim de Allah’ın sınırlarını aşarsa, artık işte onlar, kendi benliklerine haksızlık edenlerin ta kendisidir.

Eğer o, kadını boşarsa, artık bundan sonra o kadın, ondan başka bir koca ile nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz. Sonra eğer ikinci koca onu boşarsa, Allah’ın sınırlarını yapabileceklerini zannettilerse, birbirlerine dönmelerinde her ikisine de vebal yoktur. Allah’ın, bilip duran bir toplum için ortaya koyduğu sınırlar, işte bunlardır.(Bakara; 229, 230)

Birinci âyete dikkat ettiyseniz, boşanma üç değil iki keredir. Bu ne demektir? Açıklayalım. Evli eşler boşanırlar. Olabilir. Bunlar düşünür taşınır, ölçer biçerler yeniden nikâhlanırlar. Ama yürütemezler ve yine boşanırlar. Böylece bu çift iki kere evlenmiş ve iki kez boşanmış olurlar. Bunun böyle yapılmasına hiçbir engel yok. Bu Allah’ın koyduğu bir kural ve sınırdır. Peki, üçüncü kez evlenemezler mi?

 Onun cevabı 230. âyette, yani yukarıdaki sunduğum ikinci âyettedir. Âyette gördüğünüz gibi ikinci kez boşanmış eşler üçüncü kez normal şartlarda hemen evlenemezler. Ancak zaman içerisinde, eşlerden bayan olanı bir başkasıyla daha evlenir daha sonra yeni kocasından da boşanmak sûretiyle dul kalacak olursa, eski kocası da evliliğe müsait olursa bunlar üçüncü kez evlenebilirler. Yoksa ilk iki kez evlendikleri gibi evlenemezler.

Burada şu konuya iyice dikkat edilmelidir. Bayanın bu evliliği muvâzaalıolmayacaktır. Hayatın normal akışı içerisinde yaşanmış bir evlilik ve boşanma olacaktır. Yoksa halk arasında Hülle tabir edilen tarz maskaralık cinsinden olmayacaktır. Halk arasında uygulanan maskaralık insanların kendilerini aldatmasından başka bir şey değildir.

Bir de bu konudaki toplumun yanlışı, bu üç boşanma hakkının bir kerede kullanılıranlayışıdır. Yani ‘ben eşimi üç talakla boşadım’  ya da ‘eşim üç talakla boş olsun’ demiş birisinin artık eşiyle evlenemeyecek bir duruma düşmüş olması kabulüdür. Ki Allah’ın verdiği haklar eşlere kullandırlmıyor. Böylece Allah’ın çizdiği sınırlara rağmen taraflar mağdur oluyorlar. İlm-i Hal ve fıkıh kitaplarında bununla ilgili gerekli teferruat mevcuttur. Ama bu anlayış, Kur’ân’a zıt bir anlayıştır. Bu anlayış,  Peygamberimiz ve Ebu Bekr dönemlerinde de yoktu Bu içtihat, insanları tedbirli olmaları için, evliliklerine özen göstermeleri gerekçesiyle maalesef Halife Ömer tarafından ortaya atılmış o zamandan bu güne kadar da devam edip gelmiştir.

(Allah Ömer’i affetsin ve ondan razı olsun. Bu talak meselesinde olduğu gibi, Müellefe-i kulup, Recm âyeti, peygamberimiz dönemindeki ezanı bozma ve de cemaatle Teravih namazı kılmayı icat etme gibi konularda yetkiyi ve maksadı aşan uygulamaları olmuştur)

Üç boşama hakkının tek bir uygulamada kullanılacağı Kur’ân’a ters olduğu gibi akıl ve mantığa da ters bir durumdur. Şöyle ki; eline bir ip alıp bir düğüm yapan insan, o düğümü çözse ve ‘Ben bu düğümü üç kere çözdüm’ dese, o düğüm üç kere çözülmüş olmaz. O düğüm bir kere çözülmüştür. Üç kere çözdüm diyen yalan söylemiş olur. O düğümün üç kere çözülmesi için iki kez daha düğümlenmiş olmalıdır. Aynen bunun gibi ikinci ve üçüncü boşanmaların olabilmesi de ikinci ve üçüncü nikâhların yapılmasına bağlıdır. Yapılmamış bir evliliğin boşanması da olmaz.

Boşanma ile ilgili Sahih rivâyet kitapları dediğimiz eserlerde farklı yollarla ve farklı ifadelerle elli altı rivâyet vardır. Bunların kendi içerisindeki çelişkiler bertaraf edilince ve de hepsi bir bütünlük içerisinde değerlendirilince, aslında hepsinin de Kur’ân ile uyumlu oldukları görülecektir.

Boşanan Kadının Sonu

Boşanmış kadınlarla ilgili çok özel ilkeler Kur’an’da yer almış ve hepsinde de kadına ma’ruf; herkesçe kabul gören iyi şeyler” ile muamele edilmesi hükme bağlanmıştır. Bunları yorumsuz olarak sunuyoruz:

Boşanmış kadınlar da, kendi kendilerine üç âdet dönemi süresi beklerler. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorlarsa Allah’ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri, kendilerine helâl olmaz. Ve onların kocaları, barışmak isterlerse o süre içersinde onları geri almaya daha çok hak sahibidirler. Ve onların zararlarına olanlar gibi, örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekilde kendi yararlarına olanlar da vardır. Erkekler için de, onların üzerinde bir derece vardır. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.

Boşamak iki defadır. Bundan sonrası ya örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekil ile tutmak veya iyileştirmekle salmaktır. Onlara verdiklerinizden birşey almanız da sizin için helâl olmaz. Ancak ikisinin de Allah’ın sınırlarını yapamamaktan korkmaları başkadır. Artık eğer siz kamu görevlileri, bunların, Allah’ın sınırlarını yapamayacaklarından korkarsanız, kadının fidye/ayrılma bedeli vermesinde ikisine de vebal yoktur. İşte bunlar, Allah’ın sınırlarıdır. Artık bunları aşmayın. Her kim de Allah’ın sınırlarını aşarsa, artık işte onlar, kendi benliklerine haksızlık edenlerin ta kendisidir.

Eğer o, kadını boşarsa, artık bundan sonra o kadın, ondan başka bir koca ile nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz. Sonra eğer ikinci koca onu boşarsa, Allah’ın sınırlarını yapabileceklerini zannettilerse, birbirlerine dönmelerinde her ikisine de vebal yoktur. Allah’ın, bilip duran bir toplum için ortaya koyduğu sınırlar, işte bunlardır.

Kadınları boşadığınız zaman iddetlerini de bitirdiklerinde, artık onları ya ma‘rûf ile tutun veya ma‘rûf ile salın, haklarına tecavüz için zararlarına olarak onları tutmayın. Her kim bunu yaparsa kendi benliğine haksızlık etmiş olur. Allah’ın âyetlerini oyuncak da edinmeyin, Allah’ın üzerinizdeki nimetini, size kendisiyle öğüt vermek üzere indirdiği kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri hatırlayıp düşünün. Hem de Allah’ın koruması altına girin ve şüphesiz Allah’ın her şeyi en iyi bilen olduğunu bilin.

Ve siz kadınları boşayıp da onlar, sürelerinin sonuna geldikleri zaman, eşleriyle aralarında örfe uygun/ herkesçe kabul gören bir şekil ile rızalaştıkları zaman, kendilerini kocalarıyla nikâhlanacaklar diye sıkıştırıp engellemeyin. İşte bu, sizden Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimselerin kendisi ile öğütleneceğidir. İşte bu, sizin için daha uygun ve daha nezihtir. Ve Allah bilir, siz bilmezsiniz.

(87/2, Bakara/228-232)

Ey Peygamber! Kadınları boşadığınız zaman onları iddetleri için boşayın ve iddeti sayın. Ve Rabbiniz Allah’ın koruması altına girin. Apaçık bir aşırılık, iffetsizlik yapmaları hâli dışında, onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar. Bunlar, Allah’ın sınırlarıdır. Artık kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, kesinlikle kendine haksızlık etmiş olur. Bilmezsin, olur ki Allah, bundan sonra bir iş ortaya çıkarıverir.

Artık sürelerinin sonuna vardıklarında onları örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekilde tutun yahut örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekilde onlardan ayrılın. Ve sizden adalet sahibi iki kişiyi şahit tutun. Şâhitliği de Allah için ayakta tutun. İşte bu, Allah’a ve son güne inanan kimseye öğütlenendir. Ve kim Allah’ın koruması altına girerse, Allah ona bir çıkış yolu sağlar ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim de Allah’a işin sonucunu havale ederse, O ona yeter. Şüphesiz Allah, Kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir. Allah, kesinlikle her şey için bir ölçü koymuştur, belirlemiştir.

Ve kadınlarınızdan aybaşından kesilenler ve ay hâli olmayanlar; eğer şüphe ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların da bekleme süresi, yüklerini bırakmaları; doğum yapmaları veya düşük yapmalarıdır. Kim Allah’ın koruması altına girerse, Allah ona işinde bir kolaylık sağlar.

İşte bu, Allah’ın size indirdiği buyruğudur. Kim de Allah’ın koruması altına girerse, Allah onun kötülüklerini örter ve onun için ödülü büyütür.

O kadınları, gücünüz ölçüsünde oturduğunuz yerin bir bölümünde oturtun ve onları sıkıştırmak için onlarla birbirinizin zararına olacak herhangi birşey yapmayın. Şâyet gebe iseler, yüklerini bırakıncaya kadar onlara harcama yapın/nafaka verin. Sonra sizin için emzirirlerse, onlara ücretlerini verin ve aranızda örfe uygun/ herkesçe kabul gören bir şekilde müşavere yapın. Ve eğer güçlük çekerseniz, artık ücreti babaya ait olmak üzere, başka bir kadın emzirecektir.

Geniş imkânları olanlar, geniş imkânlarına göre harcasınlar/ nafaka versinler. Rızkı kısıtlı tutulan da, artık Allah’ın kendisine verdiğinden versin. Allah, hiçbir kişiye ona verdiğinden başkasıyla yükümlülük koymaz. Allah, bir güçlüğün ardından bir kolaylık sağlayacaktır.

(99/65, Talâk/1-7)

Kadına Yapılan Haksızlığın Kaynağı

Aşağıdaki âyetlerden anlaşılacağı üzere kadınla ilgili İslâm dini dışı, akıl ve mantık dışı, bilimsel gerçekler dışı uygulamaların kaynağında ilkel töreler vardır. Cahiliye dönemindeki, sakal, sarık, çarşaf, peçe, şalvar gibi Arap töreleri, peygamberimizin vefatının hemen ardından dinleştirilerek Müslümanlara kabul ettirilmiştir.

Bu törelerin dinleştirilmesinin amacı da kadının bedenini, başını örtmesi değil, beynini örtmesidir. Arap törelerini Kur’an’dan görebiliriz:

Ve ortak koşanlar, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden bilmedikleri şeylere pay ayırıyorlar. –Allah’a and olsun ki siz uydurageldiğiniz bu şeylerden kesinlikle sorgulanacaksınız.–

Ve onlar, Allah’a kızlar isnat ediyorlar. –Allah, bundan arınıktır.– Kendileri için de iştahlandıkları oğlan çocukları vardır.

Ve onlardan biri kız doğum haberi ile müjdelendiği zaman içi öfkeyle dolarak yüzü kapkara kesilir.

Kendisine verilen haberin kötülüğü dolayısıyla toplumundan gizlenir; aşağılık ve horluğa rağmen kızı yanında mı tutsun yoksa toprağa mı gömsün! Dikkat edin, onların verdikleri hüküm/töreleri ne kötüdür!

Ve beğenmediklerini Allah için ayırırlar. Ve dilleri, en güzelin kendilerine ait olduğunu, yalan yere söyler durur. Hiç şüphesiz onlar için ancak ateş vardır ve onlar, önden itileceklerdir.(Nahl: 57-59, 62:)

Bu âyet gurubunda, cahiliye Araplarının, evlatları ve malları ile ilgili sapık inançları, gelenekler, cehalet ve küstahlıkta ne kadar ileri gittikleri anlatılmaktadır. O günkü Arap müşrikleri güya kendi kafalarınca taksimat yaparak bazı yiyecekleri putlara, sözde ilahlarına ayırıyorlardı. Üstün gördükleri oğlan çocuklarını kendileri sahiplenip hor gördükleri kız çocuklarını da Allah’a isnat ediyorlardı. İçlerinden birine kız çocuğu doğduğu haber verildiğinde bu habere öfkelenir, kızarmak bir yana, öfkesinden yüzü kapkara kesilirdi. Kız çocuğu oldu diye toplumdan saklanır, “bu rezillik karşısında çocuğu tutsam mı, toprağa gömsem mi” diye kendi içinde gelgitli bir savaş yaşardı.

Bu âyetler insanlığın bir zamanlar ne halde olduğunu ve İslâm’ın insanlığı hangi sosyal çukurlardan çıkardığını göstermektedir.

Onların bu inançları,  Zuhruf: 19, Necm: 21–22’de de sergilenmiştir.

Arap töresi işte böyleydi. Ama bir de ülkemizde henüz Medeni yasaların girmediği yörelerdeki töreler var. Bu töreye göre de, kadınlar mirastan, evlilikte, boşanmada söz hakkından mahrum. Okutulmaz, evlat yerine konmaz. Babaya kaç çocuğunun olduğu sorulunca oğlan çocuklarının sayısını söyler, kız çocuklarını hesaba katmaz.

 Kadınlar, yanlış yapınca orospu, kahpe ilan edilir, erkekler yanlış yaptığında, övgüyle, çapkınlık, zamparalık, hovardalık, kazanovalık kabul edilir. İşte bizim 21. asırdaki toplumumuz.

Allah’ın Uyarısı

…. İnim inim inletilenlere, diri diri toprağa gömülen kıza “Hangi günahtan dolayı öldürüldüğü/hayatı mahvedildiği?” sorulduğunda,….(Tekvir, 8, 9)

Âyetin orijinalinde geçen موؤدة – mev’ûde ,”küçükken diri diri toprağa gömülen kızcağız” demektir ki وئد – ve’d kökünden türemiştir. وئد – ve’d aslında اود – evd sözcüğü gibi, “ağır basmak, üzerine basınçla bastırmak” anlamında olup cahiliye Araplarının kız çocuklarını diri diri toprağa gömme şeklindeki insanlık dışı âdetlerine denmektedir.

Arapların kimisi bunu kızları yüzünden ileride başlarına utanç verici bir olay gelebilir korkusuyla, kimisi de “melekler Allah’ın kızlarıdır” inanışına uygun olarak kızlarını meleklere katmak üzere yaparlardı. Fakat onları bu zulme iten başlıca nedenin fakirlik ve çocuğu besleyememek korkusu olduğu daha güçlü bir olasılıktır. Bu konu En’âm sûresi’nin 151;İsrâ Sûresi’nin 31.âyetlerinde olduğu gibi başka âyetlerde de yer almaktadır.

Bu âyetlerde dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da, diri diri gömmek sûretiyle işlenen cinâyetin nedeni hakkında öldürene değil de öldürülen suçsuz kızcağıza soru yöneltilmiş olmasıdır. Hesap gününde sorunun suçsuz, koruyucusuz, mazlum kıza sorulacak olması, cinâyeti işleyen katile hiç söz hakkı verilmeyecek olması anlamına gelmektedir ki, bu ifade ile hem “Tariz” sanatı sergilenmiş, hem de bu katillere mahşerde düşecekleri durumla ilgili olarak çarpıcı bir uyarı yapılmıştır.

Âyetlerde, diri diri gömmek sûretiyle işlenen cinâyetler örnek gösterilerek aslında şekli ne olursa olsun, çocukların kasten öldürülmelerinin büyük bir günah olduğu anlatılmaktadır.

Bahsedilen suçun çocukların fizikî ölümlerinin yanında onların eğitim ve öğretimden uzak tutulmalarıyla oluşan sosyal ölümlerini de kapsadığı, bu tip sosyal cinâyetlerin de aynı suç kapsamında olduğu, hesabı sorulacak ilk suçun da bu suç olduğu unutulmamalıdır.

Hakkı Yılmaz