170.Ve onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun” dendiği vakit, “Aksine biz, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız” dediler. Ataları bir şeye akıl erdirmez ve doğru yolu bulmaz idiyseler de mi?
171.Ve küfretmiş olan şu kişilerin hâli, sadece bir çağırma veya bağırmadan başkasını işitmeyen şeylere çoban haykırışı/karga haykırışı yapan kimsenin hâli gibidir; sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden onlar, akıl da etmezler.
259. Veya (o küfretmiş kişilerin hâli), evlerinin çatıları çökmüş bir kente uğrayan kimse gibidir: O [o kimse], “Bunu bu ölümünden sonra Allah, nasıl diriltecek?” dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz sene öldürdü, sonra diriltti. O [Allah], “Ne kadar kaldın?” dedi. O, “Bir gün yahut bir günün bir kısmı kaldım” dedi. O [Allah], “Bilakis, sen yüz sene kaldın, öyle iken bak yiyeceğine, içeceğine henüz bozulmamış, eşeğine de bak. –Ve seni insanlar için bir âyet kılalım diye…– O kemiklere de bak, onları nasıl yüksekleştiriyoruz. Sonra onlara nasıl et giydiriyoruz?” dedi. Böylece ona açıkça belli olunca, “Şüphesiz Allah’ın her şeye kadir olduğunu daha iyi biliyorum” dedi.
Bu âyetlerde, taklitçi müşriklerin şirk koşma gerekçelerinin tutarsızlığı, sanatsal bir soru ile ortaya konmuş, ardından da iki örnekle kınanmışlardır.
Atalarından intikal eden din, iman ve kültüre körü körüne tâbi olup meseleleri sorgulamayanlar, başka sûrelerde de zikredilmiştir:
Ve onlara, “Allah’ın indirdiğine ve Elçi’ye gelin” dendiği zaman, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter” derler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu bulmayan kimseler olsa da mı? (Mâide/104)
Ve onlara, “Allah’ın indirdiğine tâbi olun!”dendiği zaman, “Aksine, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” dediler. Ya şeytân onları cehennemin azabına çağırıyor idiyse! (Lokmân/21)
Taklitçi kâfirler, ilk örnekte; duymayan, akletmeyen, yardım etmesi mümkün olmayan nesnelere bağıran kimseye benzetilmiştir; ki bunların, dünyada yaptıkları bütün iyilikler boşa gidecek, amellerinin kendilerine hiç faydası olmayacaktır.
Kur’ân’da fayda ve zarar vermeye gücü olmayan, hatta kendilerine bile hayrı dokunmayan şeylere yakaranlardan, Bakara/102; En‘âm/71; Hacc/12; Yûnus/18, 106; Furkân/3, 55; Mâide/76; Ra‘d/16; Tâ-Hâ/89 ve Enbiyâ/66′da da bahsedilmiş ve geniş bilgi verilmişti. Bu âyetle aynı içerikte olan Şu‘arâ ve Meryem sûrelerindeki âyetleri de takdim ediyoruz:
Ve onlara İbrâhîm’in haberini oku! Hani o, babasına ve kavmine, “Siz neye kulluk ediyorsunuz?” demişti. Onlar, “Birtakım putlara kulluk ediyoruz. Onlara kulluk etmeye devam edeceğiz” dediler. O [İbrâhîm], “Yalvarıp yakardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı veya size fayda veriyorlar mı yahut zarar veriyorlar mı?” dedi. Onlar, “Bilakis, biz babalarımızı böyle yapar bulduk” dediler. O [İbrâhîm], “Peki, siz ve en eski babalarınızın nelere tapmış olduğunuzu gördünüz mü? İşte onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi ayrı. O, beni yaratandır. Ve bana doğru yolu O gösterir. Ve O, beni yediren, içirenin ta kendisidir. Hastalandığım zaman O bana şifa verir. Ve O, beni öldürecek, sonra beni diriltecektir. Ve O, din günü, hatamı bağışlayacağını umduğumdur. Rabbim! Bana hüküm ver ve beni iyilere kat! Ve beni, sonra gelecekler için doğrulukla anılanlardan kıl! Ve beni naim [nimeti bol] cennetinin mirasçılarından kıl! Ve babamı da bağışla, şüphesiz o sapıklardan oldu. Ve yeniden diriltilen gün; mal ve oğulların sağlam bir kalple [gerçek imanla] gelenlerden başkasına fayda vermediği ve cennetin muttakilere yaklaştırıldığı, azgınlar için de cehennemin açılıp gösterildiği gün beni rezil etme!” dedi. Ve onlara, “Allah’ın astlarından taptığınız şeyler nerede? Size yardım ediyorlar mı veya kendilerine yardımları dokunuyor mu?” denilmiştir. Sonra da onlar [putlar ve azgınlar] ve İblisin askerleri toptan onun [cehennemin] içine fırlatılmışlardır. Onlar, onun içinde birbirleriyle çekişirlerken dediler ki: “Vallahi biz, gerçekten apaçık bir sapıklık içinde idik. Çünkü biz sizi, âlemlerin Rabbi ile bir seviyede tutuyorduk. Ve bizi yalnızca o günahkârlar saptırdı. Artık bizim için şefaatçilerden hiçbir kimse ve candan bir velî yoktur. Ah keşke bizim için bir geri dönüş olsaydı da biz de mü’minlerden olsaydık!” Şüphesiz bunda bir âyet [alınacak bir ders] vardır. Ama onların çoğu iman edenler değillerdi. (Şu‘arâ/69-103)
Kitap’ta İbrâhîm’i de an/hatırlat. Şüphesiz ki o, sıddîk [özü, sözü doğru] biri idi, peygamberdi. Bir zaman o, babasına, “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere niçin ibâdet ediyorsun? Babacığım! Şüphesiz sana gelmeyen bir ilim bana geldi. O hâlde bana uy da, sana dosdoğru bir yolu göstereyim. Babacığım! Şeytâna kulluk etme. Şüphesiz şeytân Rahmân’a âsi oldu. Babacığım! Şüphesiz ben, sana Rahmân’dan bir azap dokunur da şeytân için bir velî [yardımcı] olursun diye korkuyorum” demişti. (Meryem/41-45)
259. âyetteki ikinci örnekte ise, inkârcılar, başka bir inkârcıya benzetilmektedir: Veya (o küfretmiş kişilerin hâli), evlerinin çatıları çökmüş bir kente uğrayan kimse gibidir: O [o kimse], “Bunu bu ölümünden sonra Allah, nasıl diriltecek?” dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz sene öldürdü, sonra diriltti. O [Allah], “Ne kadar kaldın?” dedi. O, “Bir gün yahut bir günün bir kısmı kaldım” dedi. O [Allah], “Bilakis, sen yüz sene kaldın, öyle iken bak yiyeceğine, içeceğine henüz bozulmamış, eşeğine de bak. –Ve seni insanlar için bir âyet kılalım diye…– O kemiklere de bak, onları nasıl yüksekleştiriyoruz. Sonra onlara nasıl et giydiriyoruz?” dedi. Böylece ona açıkça belli olunca, “Şüphesiz Allah’ın her şeye kadir olduğunu daha iyi biliyorum” dedi.
Bu örnekteki kişi, uğradığı harap olmuş bir kent halkını Allah’ın nasıl dirilteceğini havsalasına sığdıramaz. Allah da onu öldürüp tekrar diriltmek sûretiyle bunu gösterir. Bunun üzerine o, “Şüphesiz Allah’ın her şeye kadir olduğunu daha iyi biliyorum” der. Böylece Allah’ın diriltmesini bizzat yaşayarak öğrenir.
Bakara/259. âyetin başındaki أوْ [ev/veya] ve ك[ke/gibi] edatları, paragraf içinde herhangi bir merciye bağlanmazsa, kurulacak cümle bir mana ifade etmez. Ama ne yazık ki mevcut Mushafta böyledir. Bazıları bu gerçeği göz ardı ederek parantez içi ilavelerle âyeti anlamaya çalışmışlardır. Bizce bu âyet, ait olduğu pasaj tesbit edilmedikçe anlaşılamaz. Önce buna dair klasik nakilleri takdim edelim:
Âyet-i kerîme’de zikredilen kasabaya uğrayanın kişinin kimliği hususunda ihtilâf edilmiştir. İbn Ebî Hâtim’in… Ali ibn Ebî Tâlib’den rivâyet ettiğine göre o, bu kişinin Üzeyr (a.s) olduğunu söylemiştir. İbn Cerîr de aynı senedle bunu rivâyet etmiştir. Ayrıca İbn Cerîr ve İbn Ebî Hatim aynı görüşü İbn Abbâs, Hasan, Katâde, Süddî ve Süleymân ibn Büreyde’den de rivâyet etmişlerdir. Bu, meşhur olan kavildir.[1]
en-Nehhâs ve Mekkî, Mücâhid’den, bunun, İsrâîloğulları’ndan ismi belirtilmeyen bir adam olduğunu nakletmektedirler. en-Nekkâş der ki: “Bunun Lût’un (a.s) oğlu olduğu söylenmektedir.” es-Süheylî’nin el-Kutebî’den naklettiğine göre bu –el-Kutebî’nin iki görüşünden birisine göre– Şe’ya’dır. Bu kasabayı, tahrib edildikten sonra canlandıran ise Fars hükümdarı Kûşek’dir. Sözü geçen kasaba ise Vehb b. Münebbih, Katâde, er-Rabi b. Enes ve başkalarına göre Beytü’l-Makdis’tir. Sözü geçen kişi Mısır’dan gelmekteydi. Âyet-i kerîmede bahsedilen yiyeceği ve içeceği ise yeşil incir, üzüm ve küçük bir şarap tulumundan ibaret idi. Üzüm suyu olduğu da söylenmiştir. Onun içeceğinin, bir testi su olduğu da söylenmiştir. O dönemlerde Beytü’l-Makdis’i boşaltan kişi, Buhtanassar idi. Buhtanassar önce Lehrâsib’in, sonra da Lehrâsib’in oğlu ve İsbindiyad’ın babası Leystaseb’in Irak üzerindeki valisi idi. en-Nekkâş’ın naklettiğine göre bazı kimseler, bu kasabanın el-Mü’tefike olduğunu söylemişlerdir.
Buhtanassar bunları Bâbil’e getirmişti. Birgün bir ihtiyacını görmek üzere Dicle kıyısında bulunan Deyr Hirakl’e [Herakliyus’un Manastırına] çıkmıştı. Eşeğinden inip bir ağacın gölgesine oturmuştu. Eşeğini ağacın gölgesi altına bağlamış, daha sonra bu kasabayı dolaşmıştı. Orada hiçbir kimsenin sakin olmadığını ve çatılarının duvarları üzerine çökmüş olduğunu görünce, “Ölümünden sonra Allah burayı nasıl diriltecek?!” diye kendi kendisine sormuştu.[2]
Bir diğer görüşe göre, sözü geçen bu kasaba ölüm korkusuyla binlerce kişinin çıkıp ayrıldığı kasabadır. Bu görüş de İbn Zeyd’e aittir. Yine İbn Zeyd’den nakledildiğine göre, ölüm korkusuyla binlerce kişi oldukları hâlde yurtlarından çıkan kimselere Allah, “Ölün!” demişti. Çürümüş ve açıkça görülen kemiklere döndükleri bir hâlde iken, bir adam onların yanından geçti. Durup onlara baktı ve “Acaba ölümünden sonra Allah bunu nasıl diriltecek?” dedi. Bunun üzerine Allah da onu yüzyıl süreyle öldürdü.[3]
Âlimler, bu kasabaya uğrayan kimsenin kimliği hususunda ihtilâf ederek, bazıları bunun öldükten sonra dirilme konusunda şüphe eden bir kâfir olduğunu söylemişlerdir, ki bu, Mücâhid ile ekseri Mutezile müfessirlerinin görüşüdür. Başkaları ise, bu kimsenin bir müstüman olduğunu söylemişlerdir. Katâde, İkrime, Dahhâk ve Süddî, bu kimsenin Hz. Üzeyir (a.s) olduğunu söylemiştir. Sonra bu görüşte olanların bazısı, Ermiya’nın Hızır (a.s) olduğunu ve Hârûn b. İmrân’ın (a.s) soyundan geldiğini söylemişlerdir. Vehb b. Münebbih ise, Ermiya’nın, Beytü’l-Makdis’i yıkıp Tevrât’ı yakan Buhtunnasr zamanında Allah’ın gönderdiği bir peygamber olduğunu söylemiştir.[4]
Âyetin sebeb-i nüzûlü olarak İbn Abbâs’tan (r.a) şu rivâyet gelmiştir: “Buhtunnasr, İsrâîloğulları ile savaşırken, onların çoğunu esir etmişti. Esirler arasında İsrâîloğulları’nın âlimlerinden olan Üzeyir (a.s) de bulunmakta idi. Buhtunnasr, esirleri Bâbil’e getirdi. Böylece Üzeyir eşeğine binmiş olduğu hâlde âyette bahsedilen kasabaya girdi ve bir ağacın altında konakladı. Eşeğini bir yere bağlayıp kasabayı dolaşmaya başladı. Fakat orada hiç bir insan göremeyince, bu duruma şaşıp,–Allah’ın kudretinden şüphe ederek değil, fakat âdeten bunu imkânsız görerek– “Allah burasını ölümünden sonra nasıl diriltecek?” dedi. Ağaçlarda meyveler vardı. O, meyvelerden incir ve üzüm alıp yedi ve üzüm suyu içip uyudu. Allah Teâlâ da onu yüz sene süren uykusunda bir genç olarak öldürdü. Daha sonra onun öldüğünü insanlar, kuşlar ve yırtıcı hayvanlar farkedemediler. Yüz sene sonra Allah Teâlâ onu diriltip, gökten, “Ey Üzeyir! Ölümün esnasında ne kadar bekledin?” diye nida ettiğinde o, “Birgün” dedi. Daha sonra da güneşin henüz batmamış kısmını görünce, “Veya bir günden az” dedi. Bunun üzerine Hakk Teâlâ, “Hayır, yüz yıl (öyle) kaldın. Binaenaleyh yiyeceğin olan incir ile üzüme ve içeceğin olan üzüm suyuna bak. Onların tadı bozulmadı” dedi. O da, onlara bakınca incir ile üzümün daha önceki gibi durduğunu gördü. Cenâb-ı Hakk daha sonra da, “Eşeğine bak” dediğinde baktı ve birbirinden ayrılmış, bembeyaz kemikler gördü. Bu esnada,”Ey çürümüş kemikler, ben size can veriyorum” diyen bir ses duydu ve parça parça kemikler birleşti; sonra her uzuv yerli yerine geldi; daha sonra baş da yerine geldi. Derken sinirler ve damarlar oluştu. Daha sonra da bu iskeletin üzerinde taze etler meydana geldi. Derken hepsini bir deri kapladı ve bu deriden kıllar çıkmaya başladı. Daha sonra bu cansız vücûda rûh üflendi ve o anırmaya başladı. O anda Hz. Üzeyir (a.s) secdeye kapanarak, “Biliyorum ki Allah şüphesiz her şeye hakkıyla kadirdir” dedi. Daha sonra Beytü’l-Makdis’e gelince, orada bulunanlar, “Babalarımız, Üzeyir b. Şerhiya’nın Bâbil’de öldüğünü bize anlatmışlardı. Buhtunnasr, Beytu’l-Makdis’de Tevrât’ı bilen 40.000 kişiyi öldürmüştü. Onların arasında Üzeyir de vardı” dediler. Onlar, Üzeyir’in Tevrât’ı okuyabildiğini bilmiyorlardı. O, onlara yüz yıl sonra böylece gelince, Tevrât’ı onlara yeniden bildirdi ve ezberindent hiçbir harf eksik bırakmaksızın onu onlara yeniden yazdı. Tevrât bir yerde gömülü idi. Tevrât oradan çıkartılarak, Üzeyir’in (a.s) yazdığı Tevrât ile karşılaştırıldı ve her ikisi bütün harflerinde aynı idiler. Bunun üzerine, “Üzeyir Allah’ın oğludur” dediler. Bu rivâyet, âlimler arasında meşhurdur. Bu da o kasabaya uğrayanın bir peygamber olduğuna delâlet eder.[5]
Bu âyetin doğru anlaşılması için, ait olduğu paragrafla birlikte ele alınması gerekir. Âcizâne tetkiklerimiz sonucu, bu âyetin, 171. âyetin devamı olduğu kanaatine vardığımızdan burada değerlendirdik.
Âyette geçen, “Bunu bu ölümünden sonra Allah, nasıl diriltecek?” dedi ifadesine göre, bu kişi, –Mekke müşrikleri gibi– Allah’a inanan, fakat âhirete inanmayan bir kişidir.
Mekke müşriklerinin de, Allah’a inandıkları hâlde ölümden sonra dirilişe inanmadıklarını gösteren âyetlerin bazılarını hatırlatalım:
Yine andolsun ki onlara sorsan: “Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim kontrol altına aldı?” Kesinlikle, “Allah” diyeceklerdir. O hâlde nasıl çevriliyorlar? (Ankebût/61)
Ve hiç kuşkusuz eğer sen onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, kesinlikle “Onları Azîz, Alîm yarattı” diyeceklerdir. (Zuhruf/9)
Yine andolsun ki, onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, kesin “Allah” diyeceklerdir. De ki: “Allah’a hamd olsun!” Aslında onların çoğu bilmezler. (Lokmân/25)
Ve kendi yaratılışını dikkate almayarak Bize bir örnekleme yaptı: Dedi ki: “Kim diriltecekmiş o kemikleri? Onlar çürümüş iken!” De ki: “Onları ilk defa yaratan, onları diriltecektir. Ve O her yaratmayı çok iyi bilendir. O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş yapandır. Şimdi de siz ondan yakıp duruyorsunuz. Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibilerini de yaratmaya kadir değil midir? Evet [elbette kadirdir]! Ve O çok mükemmel yaratandır, çok iyi bilendir. Şüphesiz ki O bir şeyi dilediğinde, O’nun buyruğu/işi o şeye “Ol!” demektir; o da hemen oluverir. (Yâ-Sîn/78-82)
Ve onlar, “Bu apaçık büyüden başka bir şey değildir. Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz tekrar dirilecekmişiz? Önceki atalarımız da mı?” diyorlar. (Sâffât/15-17)
Onlardan bir sözcü der ki: “Şüphesiz benim, ‘Sen gerçekten, kesinlikle doğrulayanlardan mısın? Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz karşılık göreceğiz?’ diyen bir karînim [yaşıtım, yakın arkadaşım] vardı.” (Sâffât/51-53)
Âyette dikkat edilmesi gereken bir nokta da, örnek verilen kişi ile ilgili, Böylece ona açıkça belli olunca, “Şüphesiz Allah’ın her şeye kadir olduğunu daha iyi biliyorum” dedi ifadesidir. Bu ifadeye göre, bu kişi için artık mesele, iman meselesi olmaktan çıkmış, bilgi meselesine dönüşmüştür. Bilgi ise iman ile aynı şey değildir. Bilgi, görme ve duyma gibi yollarla gerçekleşen bir tasdik; iman ise gaybı tasdiktir. Mü’min Allah’ı, âhireti, ölümden sonra dirilişi, görmeden ve tecrübe etmeden iman eder. İman ile tasdik arasındaki fark şöyle bir örnekle izah edilebilir: “Cebimde iki kalem var” diyen birine güvenerek, kalemleri görmeden tasdik etmek imandır.
O iki kalem çıkarılıp gösterildikten sonra tasdik etmek ise iman değildir:
Meleklerin gelmesinden, yahut Rabbinin gelmesinden, ya da Rabbinin bazı âyetlerinin gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar? Rabbinin âyetlerinden bazısı geldiği gün, daha önce iman etmemiş yahut imanında bir hayır kazanmamış kimseye, artık inanması bir fayda sağlamaz. De ki: “Bekleyiniz; şüphesiz biz de bekleyicileriz.” (En‘âm/158)
Öyleyse, Allah’tan, geri çevrilmesi olmayan bir gün gelmeden önce yüzünü dosdoğru/koruyan dine çevir. O gün onlar, O’nun [Allah’ın], iman eden ve sâlihatı işleyen kimselere lütfundan karşılık vermesi için bölük bölük ayrılırlar. Şüphesiz O, kâfirleri sevmez. Kim inkâr ederse, artık inkârı kendi aleyhinedir. Kim de sâlihi işlerse, artık onlar da kendileri için döşek [rahat bir yer] hazırlamış olurlar. (Rûm/43-44)
Allah’tan, kendileri için dönüş yeri olmayan geri çevrilemeyecek gün gelmeden önce, Rabbinize icabet ediniz. O gün, sizin için sığınacak bir yer yoktur, sizin için inkâr da/tanınmamak da yoktur. (Şûrâ/47)
Sizden birinize ölüm gelip de, ‘Rabbim! Beni yakın bir süreye [ecele] kadar geciktirsen ben de böylece sadaka versem ve sâlihlerden olsam’ demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin. (Münâfikûn/10)
Bu âyette konu edilen örnek tipin âhiretteki durumu da Kur’ân’da nakledilmiştir:
Artık Sûr’a üflendiği zaman, işte o gün aralarında soy-sop ilişkisi yoktur. İstekleşemezler de [kimse kimseden bir şey isteyemez]. Böylece kimlerin tartıları ağır basarsa, işte bunlar asıl kurtuluşa erenlerdir. Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir; cehennemde sürekli kalıcıdırlar. Orada onlar, dişleri sırıtır hâlde iken ateş yüzlerini yalar. “Benim âyetlerim size okunmadı mı? Siz de onları yalanlıyor muydunuz?” Dediler ki: “Rabbimiz! Azgınlığımız bizi yendi ve biz, bir sapıklar topluluğu olduk. Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer bir daha aynısını yaparsak işte o zaman gerçekten biz zâlimleriz.” O [Allah] dedi ki: “Sinin oraya! Bana konuşmayın da. Şüphesiz Benim kullarımdan bir grup, ‘Rabbimiz! Biz iman ettik; artık bizi bağışla, bize merhamet et, Sen, merhametlilerin en iyisisin’ diyorlardı. İşte siz onları alaya aldınız; sonunda da onlar, size Benim zikrimi/öğüdümü unutturdu/terk ettirdi. Ve siz onlara gülüyordunuz. Şüphesiz ki bugün Ben onlara, sabrettiklerine karşılık verdim; onlar, kazançlı çıkanların ta kendileridir.” O [Allah], “Yeryüzünde yıl sayısı olarak kaç yıl kaldınız?” dedi. Onlar, “Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık. Haydi, sayanlara sor” dediler. O [Allah], “Siz sadece pek az bir süre kaldınız; keşke siz bilmiş olsaydınız!” dedi. Peki siz, Bizim sizi sadece boş yere yarattığımızı ve şüphesiz sizin yalnızca Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız? İşte gerçek kral Allah, yüceler yücesidir. O’ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. O, saygın Arş’ın Rabbidir. Her kim, hiç bir delili olmadığı hâlde, Allah ile birlikte diğer bir ilâha yakarırsa, bilsin ki, o kimsenin hesabı ancak Rabbinin nezdindedir. Şüphesiz kâfirler, iflah olmazlar [durumlarını koruyamazlar, zafer kazanamazlar]. (Mü’minûn/101-117)
Bir parantez cümlesi olan, ve seni insanlar için bir âyet kılalım diye… ifadesinda hazf bulunmaktadır. İfadenin ve bağlacıyla başlaması, cümlenin öncesinin olduğunu gösterir. Ve seni insanlar için bir âyet kılalım diye… ifadesi, gerekçenin ikinci kısmıdır. Birinci kısmının da, –paragraftan anlaşıldığına göre– şu şekilde takdir edilmesi gerekir: “Bu hâdisenin gerçekleşmesi, sana konuyu iyice öğretelim diyedir.” Bunun benzeri şu âyetlerde de görülebilir: En‘âm/105; Ahkâf/19; Yûsuf/21, 52; Bakara/185.
[1] İbn Kesîr.
[2] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[3] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[4] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.
[5] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.